Eski içişleribakanlarından ve 1989’da Kürt raporununhazırlanmasında önemliçalışmalar yapan Hasan Fehmi Güneş’le “barışsüreci”ni konuşuyoruz. Güneş, Türkiye tamdemokratikleşmeden Kürt sorununa bir çözümgetirmenin olanaksız olduğunun altını çiziyor. Ardından da sürecin göründüğü kadar masumane olmadığı imasında bulunarak gerçek amacın Türkiye’de bir federasyona doğru giden yolda taşları döşemek mi olduğunu sorguluyor.
Siz SHP döneminde 1989’da hazırlanan Kürt raporunda aktif görev almıştınız. Bugün AKP hükümetinin PKK’nin başı Abdullah Öcalan’la yürüttüğü “barış süreci”ni nasıl değerlendiriyorsunuz?
H.F.G.- Olayın görünen kısmı çok açıklıkla ortaya koyduğunuz bu tablo. Ama cevaplanamamış çok şey var. Acaba orada ne konuşuluyor? Terör konusunu mu, Kürt sorunu dedikleri olayı mı konuşuyorlar? Kimle konuşuluyor ve muhatap nasıl seçiliyor?
Acaba gerçekten o mu konuşuluyor yoksa o başka konularda uzlaşmak için bir önkoşul mu, bir ön anlaşma hazırlamak için mi gündeme getirilmiş oluyor? Basına sızan tutanaklardan anlaşılıyor ki o görüşmelerde başkanlık sisteminden filan da söz ediliyor. Acaba bütün bunlar başkanlık sisteminin altyapısının hazırlanması çalışmaları mı? Neyin karşılığı ne isteniyor? Ne verilecek, ne alınacak? Bunlar belli değil.
PKK silah bıraksın, yurtdışına çıksın, deniyor. PKK ağır suç işlemiş bir terör örgütü. Biz buna af mı çıkardık? Oysa bir süre önce o örgütle görüşenler namussuz, şerefsizdir diyerek kabadayılıklar yapılmıştı. Bütün bunlar söylenmemiş gibi daha sonra o kişiyle oturup konuşuyorsunuz.
Ama Başbakan ben konuşmuyorum devlet konuşuyor diyor?
H.F.G.- Devlet bir değil ki. Onun yasaması, yürütmesi, yargı organları var. Onların hepsi konuşuyor mu? O zaman devlet konuşuyor diyemezsiniz. Senin adına sen ve emrindekiler, sen ve seni temsil edenler bunu yapıyor.
Ayrıca MİT’in görevi terör örgütüyle müzakere etmek değildir. Anayasaya aykırı bir uygulama yapılıyor. MİT görev alanına girmeyen bir konuda devlet adına konuşup taahhütte bulunamaz.
Konuştuğunuz konu terörse bugünkü yöneticilerin Kürt sorunu dedikleri sorun terörden ibaret değildir. Terör onun bir türevi. Öyleyse Kürt sorunu diye bir sorun varsa önce onu çözmek lazım. Onu çözmek için de muhatap alınacak olan terör örgütü, devlete silah çeken değildir.
Peki, sizce muhatap kim olmalıdır?
H.F.G.- Bölge halkı, sivil toplum örgütleri, belediyeleri. Ama onlarla oturup konuşmuyorsunuz. Aslında PKK onlara da silah çeken, çocuğunu kaçıran, köy basan bir örgüt. O örgüt, o bölgeyi temsil etmiyor. O bölge insanı o örgütten ibaret değil.
Bölge insanı örgütten korkuyor. O örgüt bölge insanının siyasi kararlarını da etkiliyor. Ben şuna inanıyorum: Bölgeyi her türlü baskıdan kurtaralım. Orada bir halkoylaması yapalım. Burada yapılacak bir halkoylamasından farklı bir sonuç çıkmayacağından eminim. Ben oradaki insanların Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın en büyük sınavını verdiklerine inanıyorum. Orada, “Ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım” demek burada demekten yüz kere zordur. Çünkü dediğiniz anda terör örgütü gelip kafanıza tabancayı dayıyor.
Amaç terörü durdurmak mı?
Görüşülen gerçekten terörü durdurmak amacıyla alınması gereken önlemler mi, Kürt sorunu mu, yoksa İmralı’dakini özgürleştirip Ankara’dakini de padişah mı yapmak?
Bir de tutanaklarda Öcalan’ın, Erdoğan’ı ben darbeden kurtardım, iktidar olmasını ben sağladım sözleri sizce ne anlama geliyor?
H.F.G.- Bu, şu demektir: Oraya getiren ordan da götürebilir. Tehdit ediyor. Hatta o tehdidi somutlaştırıp 50 bin kişilik silahlı güçle savaştan, artık farklı savaşılacağından söz ediyor. Bu tehdidi de bugünkü yöneticiler maalesef sessiz sedasız kabul ediyorlar. Peki, ne uğruna? Neyin pazarlığını yapıyorsunuz? Silahları bıraksın, çıksın. Sonra?
Şu kesin: Türkiye’nin demokrasi sorunu var. Türkiye Cumhuriyeti devletinin, halkının, tüm ulusun çok önemli sorunu demokrasi. Ekonomiyi, siyasal, sosyal süreci, kalkınmayı, planlamayı içine alarak tümünü kapsayacak bir demokrasi süreci başlatılmalıdır.
Demokrasi sorununu çözdüğünüz zaman onun türevi olan Kürt sorunu da çözülür. Çağdaş standartlardaki demokrasinin tüm ülkede, tüm boyutlarıyla kurumlaşması, bölücü terör örgütünün toplumsal tabanını ve desteğini yitirmesini de sağlayacaktır.
Terör ve Kürt sorununu çözmek dediğiniz zaman burada hükümet Öcalan’ı muhatap alıyor. Ancak bir de Kandil’deki Murat Karayılan var. Acaba neden Karayılan muhatap alınmıyor?
H.F.G.- Bunlara akılcı bir cevap vermek mümkün değil. Belki şöyle bir tahminde bulunulabilir: İmralı’da yatan Öcalan kendisiyle görüşenlerle uzlaşmaya mecbur. Canının derdine düşmüş durumda. Özgür değil. Nasıl yaşayacağına başkaları karar veriyor.
Hukukta gabin diye bir olay vardır: mecburiyet halinde olmak. Öcalan mecburiyet halinde. Böyle bir insanla yapılan anlaşmanın yalın hukuk anlamında geçerli olup olmadığı tartışılır. İmralı’daki bölücü teröristin mutabık konulara Kandil ve başkaları uymadığında diyecekler ki:
“O zaten orada mecburen bütün bunlara rıza gösterdi. Çünkü tutsak. Bu rızayı özgür iradesiyle göstermedi. Onu önce özgürleştirin ondan sonra konuşalım.”
Olay bütün bunlara açık. Bu ve buna benzer muğlak noktalar ortaya çıkınca şu akla geliyor: Görüşülen gerçekten terörü durdurmak amacıyla alınması gereken önlemler mi, Kürt sorunu mu yoksa İmralı’dakini özgürleştirip Ankara’dakini de padişah mı yapmak?
Bakın, bugünkü iktidarın TBMM’deki üye sayısı anayasayı referanduma götürmek için yeterli değil. O sayıyı tamamlamak için “Biz sana bunu verelim, sen de bize şunu ver” mi konuşuluyor? Bunu da topluma meşru göstermek için konuştuğumuz analar ağlamasın, babalar sızlamasın, şehitler dönmesin...
Şehitler dönmesin diye anlaşmaya gerek yok. Mevcut yasalara uyarsın. Mevcut düzen izinde yasal, siyasal mücadeleni yaparsın. Demokrasiyi geliştirirsin. AB’den şikâyet etmezsin. Bunların hepsi çözülür. Buradaki Kürt kardeşlerim de bütün haklarına, insanca yaşama imkânlarına, fikirlerini söyleme olanaklarına kavuşurlar. Ama burada başka bir sorunun çözümüne öncelik verilmiş görünüyor.
Hangi başka sorunun çözümü olabilir?
H.F.G.- İmralı’dakinin kendisiyle ilgili bir sorunun çözümüne öncelik verilmesinden son derece mutlu olması muhtemeldir. O sorunu çözecekseniz bir kere en baştan muhatabı doğru seçmeniz lazımdır. Bölücü terör örgütüyle karşılaşmayı, onların deyimiyle kucaklaşmayı neredeyse idamlık bir suç olarak algılayan bir anlayışa sahipken sonra onunla oturup konuşuyor ve pazarlık ediyor. Bu kadar çelişkili bir tabloya Türk aydınları, Türk insanları, yüreğinde ulus, insan, vatan sevgisi olanlar, laik demokratik Cumhuriyetin kalıcı olması için çırpınanlar bu duruma nasıl razı olabilirler?
Bölücü terör örgütüyle anlaşma olmaz
Ama hükümet diyor ki biz değil devlet muhatap alıyor...
H.F.G.- O zaman da bu bölücü terör örgütüne bir siyasal parti örgütü, toplumu temsil eden bir örgüt meşruiyeti kazandırmış oluyor. Buna hakkınız var mı? Ortada bir mahkeme kararı duruyor. PKK’nin terör örgütü olduğuyla ilgili uluslararası kararlar var. Buna rağmen siz öyle bir örgütle oturup, oluşturacağınız anlaşma barışı sağlayabilir mi?
Örgütün çıkış nedeni, aracı savaş, isyan, başkaldırı. Devlet anlayışı içinde bunu kabul etmek, buradan bir şey beklemek mümkün değildir.
Stalinist olarak yola çıkmış Abdullah Öcalan’la mukaddesatçı Tayyip Erdoğan’ın görüşleri nasıl birbiriyle bağdaşır sizce?
H.F.G.- Ben 1979’da İçişleri Bakanı’yken PKK vardı. Yani PKK’nin kuruluşu 1984 filan değil. Bir kere bunu düzeltelim.
Marksistle mukaddesatçı nasıl bağdaşır?
Hatta PKK’nin 1970’li yıllardaki adı Apocular değil miydi?
H.F.G.- Doğru söylüyorsunuz. Biz onların eylemleriyle mücadele ettik. Köy bastılar, aşiret reislerinin evlerini bombaladılar. Çünkü aşiret bunlara boyun eğmiyordu. Ertesi gün ben o aşiret reisinin evine gittim. Bu bölücü terör örgütünün o dönemdeki iddiası Marksist felsefeye inandıkları, Marksist bir düzen savunduklarıydı. Bugün geldikleri noktada ise muhatapları, sizin de söylediğiniz gibi, insanların dini duygularını istismar eden bir yapı. Peki de ortak noktanız nedir? Hanginiz geri adım atacaksınız? Felsefi açıdan da bir tutarlılığı yok. Zaten sürecin doğru bir felsefesi yok. Tamamıyla görünen kısmıyla ilgili bir tabloyla karşı karşıyayız. Zaten bu görünüm, acaba hedef barış mı, sorusunu akıllara getiriyor. Yoksa hedef başkanlık, padişahlık mı? Barış mı, yoksa cezaevinden, İmralı’dan çıkmak mı, kurtulmak mı, ayrı bir devlet kurmak mı?
Yereli güçlendirip federasyon hedefliyorlar
- Sizce hangisi?
H.F.G.- İmralı tarafı için iş biraz daha kolay. Çünkü hedefi ülkenin topraklarının bir bölümünü ayırıp öbür ülkelerin ayrılacağı topraklarla birleştirip bağımsız Kürt devleti kurmak. Tabii ki bu hemen olmaz. Önce yerelleşmeye bakmaları lazım. Yerel yönetimlerin yetkilerinin arttırılması, vesayetin azaltılması, valilerin seçimle işbaşına gelmeleri ve bölgesellik kavramını geliştirmek, sonra da bölünmek ve yeni Kürt devletini kurmak hedef olmalı.
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi sözünü aldıktan sonra İmralı’daki pazarlığa devam edebilir. İkinci hedef ise bölgeselleştirme. Bunun ardından da ABD’deki başkanlık sistemi ve federalizme geçiş olacaktır. Onlar için bu süreçte yarım adım, bir adım kazanımdır. Bizim için ise yıkımdır.
Analar ağlamasın diyorlar. Bunu yaparlarsa şehit mezarlıklarında yatanların ruhları rahatsız olmayacak mı? Bu ödünleri vermeye sizin nasıl hakkınız olabilir?
HASAN FEHMİ GÜNEŞ
Sakarya’nın Karapürçek köyü 1934 doğumlu. Ortaöğrenimini Arifiye Köy Enstitüsü’nde tamamladıktan sonra bir süre köyde, daha sonra Ankara’da öğretmenlik yaptı. Yükseköğrenimini AÜ Hukuk Fakültesi’nde tamamladı. Sekiz yıl savcılık yaptı. Bülent Ecevit’in CHP genel başkanlığına seçilmesiyle savcılıktan istifa edip CHP’ye girdi. 1971 genel seçimlerinde Sakarya senatörü seçildi. Senato’da parlamento grup başkanvekilliği yaptı. 1979’da İçişleri Bakanı olarak atandı. 1980 askeri darbesinden sonra siyasete SHP’de devam etti. İstanbul il başkanı oldu. İstanbul’dan 1987’de SHP, 2002 genel seçiminde de CHP milletvekili seçildi. Şu anda sade CHP üyesi olarak siyaset yapıyor. 17 Mart 2013
Cumhuriyet