Kırk beş yıl önce, 27 Mayıs
1960’ta, 37 genç subay, yerli-yabancı Para babalarının hizmetinde ve
emrindeki satılmış Demokrat Parti
İktidarını bir gecede alaşağı etti. Başlarına, asker geleneklerine
uygun olarak, kendilerine sempatiyle yaklaşan bir Orgenerali, Cemal
Gürsel’i getirdiler. Ve 38 kişiden oluşan Milli Birlik Komitesi adıyla yönetimi ele aldılar.
Bu Genç Subaylar, DP İktidarının, ulusal onur ve değerlerden yoksun,
yabancı Para babalarının uşağı olmuş yerli Finans-Kapitalistler ve Tefeci-Bezirgânlardan
oluştuğunu, yapacağı her uygulamayı, çıkartacağı her kanunu ABD’ye danışarak, onun direktifleri
doğrultusunda yaptığını görmüşler ve bu yüzden de iğrenmişlerdi ondan…
Yabancı Para babalarının bu denli emrine giren her hükümet gibi, DP’nin
de Halk düşmanı bir ekonomik politika izlediğini de görmüşlerdi bu Genç
Subaylar…
Anlamışlardı ki bu iktidar Halka ve Vatana ihanet içindedir, devrilmesi
yurtseverlik gereğidir…
Tanzimat’ta, Meşrutiyet’te ve Birinci Milli Kurtuluş’ta da Ordu Gençliği
aynı şekilde davranmıştı. Halktan yana, ilericilikten yana tavır koymuştu. Yirminci yüzyılın büyük devrimcisi,
Ekim Devrimi’nin Önderi Lenin, Meşrutiyet’i, “Ordu içindeki devrimci
hareket başarı sağladı. Fakat bu yarım bir devrimdir. Çünkü bu devrime halk
katılmamıştır.” diye değerlendiriyordu.
Bizim Birinci Milli Kurtuluş Savaşımızı da Lenin yine çok doğru bir biçimde şöyle değerlendiriyordu,
Türkiye Büyük Millet Meclisini ilk tanıyan Sovyetler Birliği’nin Ankara’ya atadığı Büyükelçisi Aralof’a,
Türkiye’ye hareket etmeden önce söylediği şu sözlerle:
“Mustafa Kemal Paşa, tabiî ki
sosyalist değildir. Ama görülüyor ki iyi bir teşkilatçı… Kabiliyetli bir
lider, milli burjuva ihtilalini idare ediyor. İlerici, akılı bir devlet
adamı. Bizim sosyalist inkılâbımızın önemini anlamış olup, Sovyet Rusya’ya
karşı olumlu davranıyor. O, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor.
Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla beraber
silip süpüreceğine inanıyorum. (…) Ona, yani Türk Halkına yardım etmemiz
gerekiyor. İşte sizin işiniz budur.”
Ordu Gençliğinin sivil-öğrenci gençlikle el ele vererek yaptığı 27 Mayıs Devriminiyse Lenin
sonrasının en büyük devrim Ustası H.
Kıvılcımlı “Politik bir devrim” olarak değerlendiriyor ve selamlıyordu.
Gerçekten
de 27 Mayıs Devrimi, Türkiye insanına sınırlı da olsa bir demokrasi ve
özgürlük getirmiştir.
Toplumda sömürünün derecesini ölçen bir termometre olan Sosyalizmi serbest bırakmıştır. İşçi Sınıfımıza gerçek anlamda
Sendikalaşma ve Toplusözleşme yapma hakkını getirmiştir. Bir ölçüde de olsa insan haklarına
saygıyı getirmiştir.
Nitekim bu
devrimin getirdiği sınırlı özgürlük ortamında sosyalizm, halk kitleleri
içinde hızla yayılmış, sayısı yüz binleri bulan sosyalistler ve sosyalist
bir kültür oluşmuştur. Bu Sosyalist Hareket sağlıklı bir biçimde
yönlendirilebilseydi iktidarı ele alması bile mümkündü. Ne yazık ki bu
yapılamadı. Sosyalistler dağınıklık
hastalığından kurtulamadılar. Bir türlü gerçek bir devrimci parti
örgütleyemediler. Ve böyle bir parti çatısı altında bir araya gelemediler.
Bu yüzden de yenilgiden kurtulamadılar.
Hem Ordu Gençliğinde hem de Sivil Gençlikte bulunan bu devrimci
gelenek, bize ilk Osmanlı atalarımızdan gelmiştir. Osmanlı’yı kuran
Oğuzların Kayı Boyu’nun Gazi savaşçıları, kişicil çıkar nedir bilmeyen, İlkel Sosyalist Toplum
insanlarıydılar. Onlar için toplumun çıkarı ve mutluluğu her şeyden önce
gelirdi. Kendileriyse zaten o eşitlikçi toplumun bir
parçasıydılar. Kendilerini toplumdan ayrı düşünmezlerdi. Onun için toplumun
çıkarı neredeyse o yönde ileri atılırlar, ölüme bile gerektiğinde
duraksamadan giderlerdi. Toplumu tehlikede gördükleri anda hemen harekete
geçerler, yiğitçe savaşarak o tehlikeyi ortadan kaldırırlardı. İşte bu
toplumcu, dolayısıyla da,
ilerici-devrimci gelenek; bize bu ilk Osmanlı (Osmanlı’yı kuran)
atalarımızdan miras olarak gelmiştir. Gelenekler, yüz yıllarca yaşar,
bildiğimiz gibi.
İşte bütün bu devrimlerde Asker ve
Sivil Gençliğin en önde yer almasının sebebi budur.
Bu
devrimlere, bugün yerli yabancı Parababalarının, onların
emrindeki siyasilerin ve dönek hainler ordusunun köşe başlarını tuttuğu
Medyanın satılmış yazar-çizerlerin dışında hiçbir namuslu aydın ve kara
halktan üretmen bir insanımız karşı çıkmıyor. Bunlar olmasaydı demiyor…
Gelelim 12
Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerine…
Bunların CIA tarafından
planlandığını ve yaptırıldığını da yine bugün namuslu her aydın
bilmektedir, söylemektedir.
Sermayenin has adamlarından, Morrison Süleyman’ın ünlü Dışişleri
Bakanı, Senato Başkanı ve Cumhurbaşkanı Vekili İhsan Sabri Çağlayangil bile 1976’da İsmail Cem’le yaptığı bir söyleşide, “CIA 12 Mart’ta vardır. Büyük ölçüde vardır. CIA Gizikis’te
vardır. (ABD’nin 1967’de
Yunanistan’da yaptırdığı “Albaylar Cuntası”nın faşist darbesi
kastediliyor. KY) CIA’nın nasıl
hareket edeceği tahmin edilemez. (…) Şimdi nasıl yapıyor CIA? CIA
yapar. (…) Benim istihbarat şefim,
kendisi farkında bile olmadan CIA benim altımı oyar. Elinde imkân var
(yabancı) adamın. Girmiş enfiltre benim içimde. Onun için hiç şaşmam,
aramam da, bulamam ki. Nasıl yaptı bulamam.” (Çağlayangil 12 Mart’ı
Açıklıyor, Politika, 12 Mart 1976)
ABD ve onun casus örgütü CIA’nın emrine girmiş alçak “Netekim” ve şürekâsı
(CIA’nın Ankara İstasyon Şefi “Paul Henze’nin oğlanları”),
12 Mart’ın
yarım bıraktığı işi; yani
demokrasiyi budama, sosyalistleri işkencelerden geçirip zindanlara doldurma
ve halka her türden düşünce açıklama ve örgütlenme yollarını, yani hak arama yollarını tıkamak için 12
Eylül Faşist Darbesini yaptılar. Daha doğrusu CIA’nın kendilerine
verdiği rolü başarıyla oynadılar.
Ve bu şerefsizce
darbeye zemin hazırlayabilmek için de, beş bin masum insanımızı
katlettirdiler.
Amaç, 27
Mayıs Devrimi’nin sınırlı da olsa getirdiği özgürlük ortamını yok etmek,
halkın hak arama yollarını tıkamak, sosyalistlerin ve sosyalist kültürün
izini tozunu silmek ve de Türkiye’yi AB’ye sokarak vatanı tümden Batılı
emperyalistlere satmaktı.
Halkın sesi
kesilmeliydi, sosyalistler yok edilmeliydi bu ihanetlerin yapılabilmesi
için… İşte ABD, 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerini bu sebepten
yaptırmıştır…
Birinci Milli
Kurtuluşun İkinci Adamı-iki numaralı Komutanı İsmet İnönü de 1964 yılında,
üst düzey bir toplantıda devletin başta ABD olmak üzere Batılı büyük
emperyalist devletlerce 1945 sonrasında ele geçirilmiş olduğunu şöyle acı
acı anlatır:
“Daha bağımsız, kişilikli dış politika izlenmesini istiyorsunuz. Herkes
aynı şeyden bahsediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi
teknisyenlere havale edeceğim. Onlar etraflı çalışmalarını yapacaklar,
tekliflerini hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu?.. Hepsinin etrafında uzman denen yabancılar dolu, muvaffak
olamazlarsa, işi sürüncemede bıraktırmaya çalışıyorlar. O da olmasa karşı
tedbir alıyorlar.
Bir görev
veriyorum. Neticesi bana gelmeden Washington’a gidiyor. Sonucu memurumdan önce sefirden
öğreniyorum. Böyle mi teslim ettik biz devleti.
Bana şimdiye kadar bunlar tarafından hazırlanmış derdimize deva tek
rapor gösteremediler. Hepsi yasak savma kabilinden şeyler. Ne yapıyorsak, kendi elemanlarımızla
yapıyoruz. Peki, bu binlerce adam (avara kasnak) gibi mi dolaşıyorlar,
elbette kendileri için önemli marifetleri var. İstiklal Harbinden sonra
sulh anlaşmasında esas mücadele bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa, hudutlar
fiili bir durum idi. Tazminat işini iki devlet aramızda hallederdik. Bütün
mücadele idaremize tasallut yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük
tavizlerde bulunmağa hazırdılar.
“Dayattık. Biz onların ne için ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar
bizim niçin inatla reddettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu işler. Peygamber edası ile, size dünyaları
vaadederler, imzayı attınız mı ertesi günü gelmişlerdir. Ondan sonra
sökebilirsen sök... Gitmezler.
Ancak bu meselenin üstüne vakit geçirmeden eğilmek
lâzım. Yoksa, ne bağımsız dış politika, ne bağımsız iç politika güdemez,
havanda su döversiniz. Fakat zannetmeyin
ki kolay bir iştir. Savuşturulan iki üç badire (22 Şubat ve 21 Mayıs
olayları/notumuz) bunun yanında hiç kalır. Teşebbüs ettiğimizde başınıza neler geleceğini kestiremem.”
(Aktaran: Emin Değer, CIA Kontrgerilla ve Türkiye, s. 98-99)
İ. İnönü, “teşebbüs
ettiğimizde başımıza neler geleceğini kestiremem” derken çok haklıydı.
Bırakalım “teşebbüs etmeyi” bu sözleri
söylediğinden bir süre sonra iktidardan alaşağı edildi ve bir daha da
iktidar yüzü göremedi. Bir CIA
görevlisi Ankara’ya geldi ve İnönü’nün deyişiyle “bir başka başbakan
aradı”. Ve ABD’nin Morrison şirketinin hizmetkârı, ABD’de “vaftizden
geçirilmiş”, Süleyman Demirel’i buldu. S.
Demirel, 1954’te kurulan Dwight D. Eisenhower Vakfı’nın ilk burs verdiği
öğrencidir. Tabiî ABD’de…
İ. İnönü 19 Ocak 1966 tarihli CHP Parti Meclisi
Toplantısında, bu ABD oyununu şöyle dile getirmiştir:
“Üçüncü
Koalisyon Hükümeti (kendi Hükümeti. KY) düştüğü zaman, Meclis kordiplomatik
locasında oturan Amerikan Büyükelçiliği Mensuplarının aşırı sevinç
gösterilerinde bulunduklarını istihbar ettik.” (a.g.y., s. 99)
Bu konuda bir aktarma da yurtsever yazar Metin Aydoğan’dan yapalım:
“İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu dönemde ABD ile 27 Aralık 1949’da
“Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması hakkında
Anlaşma” imzalandı. Bu anlaşmadan sonra ABD’ne davet edilen ilk gazeteci Bülent Ecevit oldu. Ecevit,
Ankara’daki Amerikan Haberler Merkezi’nin “Eğitim Mübadele Programı” çerçevesinde yaptığı daveti kabul
etti ve 1954 Ekim ayında Amerika’ya gitti. Ecevit, Kuzey Carolina’daki tütün kenti Winston-Salem’de yayın
yapan ve kentin adını taşıyan Winston-Salem
Journal’da staj gördü. Üç aylık çalışmadan sonra 30 gün süreyle Amerika
Birleşik Devletleri’nin değişik yörelerini dolaştı ve Boston’da 20 gün
kalarak, ünlü Harvard Üniversitesi’nin Ortadoğu Enstitüsü’nde Ortadoğu’nun
bölgesel sorunlarını inceledi ve yurda döndü.
“Bülent
Ecevit, Mayıs 1957’de bir yıllık süre için bir kez daha Amerika’ya gitti. Bu kez bursu veren, ABD Başkanı Eisenhower’a Türkiye için “oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur” diye
mektup yazan ve ulusal bağımsızlık hareketlerine karşıtlığıyla tanınan
Nelson Aldrich Rockefeller’ın kurduğu Rockfeller Vakfı’ydı.
Ecevit, Harvard Üniversitesi’nde “Osmanlı
Siyasi Tarihi” konusunda incelemeler yapacak ve Uluslararası Basın
Enstitüsü’nün New York’ta düzenlediği seminere katılacaktı. Ecevit,
çalışmalarını 6 ay sürdürdü.
Ancak burs süresi dolmadan 27 Ekim 1957’de seçimlere katılmak için
Türkiye’ye çağrıldı.
“Özel
eğitim burslarından yararlanan bir diğer devlet büyüğümüz de, Süleyman
Demirel’dir.
Demirel,
1954 yılında kurulan Dwight D. Eisenhower Vakfı’nın burs verdiği ilk
yabancıdır.
“Binlerce
Türk ABD’ne “eğitilmek-etkilenmek” için gitti, yüzlerce Amerikalı da
Türkiye’ye “eğitmek-etkilemek” için geldi. Amerika’ya gönderilen Türklerin
tamamı Türkiye’ye döndüklerinde üst düzey görevlere getirildi.
ABD’de
eğitim gören insanların büyük bir bölümü Amerikan yanlısı bir tutum
izlediler ve yetkilerini, Atatürkçü yurtsever kadroları etkisizleştirerek
tasfiye etme yönünde kullandılar.
ABD’nde
eğitim görmek bürokrasi, siyaset ya da medyada yükselmenin ayrıcalığı
haline geldi.”
(Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun, ATO internet sayfalarından: Kitap
Tanıtımları.)
Emperyalistlerin burslarıyla ABD’de Amerikanofilleştirilen bu kişiler,
Türkiye’de, ABD çıkarlarını korumak için politika yapmışlar, devlette etkin
görevlerde bulunmuşlardır.
Tabiî bu ABD uşaklarının tümü de emperyalist
vakıfların burslarıyla
avlanmamışlardır.
Bir de emperyalistlerin
kolejleri vardır Türkiye’de. Bu okulların temel görevi de ait oldukları
Batılı devletin emperyalist kültürüyle, öğrencilerini doktrine
etmektir. Yani öğrencilerin kafalarını sömürgeleştirmektir.
Hatırlanacağı gibi Türkiye politikasında özellikle de 1980 öncesinde
çok etkin rol oynayan MHP’nin lideri A. Türkeş de, 1945 sonrasında ABD’de
Kontrgerilla eğitiminden geçirilerek, Amerikanlaştırılmış, halk düşmanı
haline getirilmiştir.
Yine bildiğimiz gibi MHP, Kontrgerillanın özel partisidir. O, CIA
ideologu David Galula’nın kendine verdiği görevi yapmıştır 12 Eylül
öncesinde. Devrimcilere, yurtseverlere, demokratlara karşı Kontrgerillanın
resmi güçleriyle el ele vererek savaşmıştır. 12 Eylül Faşizmi için uygun
ortamın hazırlanmasında en önemli görevlerden birini üstlenmiştir.
Türkiye,
bugünkü yürekler acısı durumuna bir anda getirilmemiştir.
1945’ten beri Batılı Emperyalistler (tabiî onların en önde geleni de
ABD’dir) ve onlarla ortaklığa girmiş yerli Finans-Kapitalistler, onların
emrindeki siyasiler ve satılmış medyanın dönekler ordusundan oluşan
yazar-çizerleri tarafından adım adım kuşatılarak getirilmiştir bu
bataklığa…
Bugün
ekonomisi ABD, AB Emperyalistleri ve onların ekonomik örgütleri olan IMF,
Dünya Bankası, OECD tarafından yönlendirilmektedir. Ve borç batağına
saplanmıştır. Gelir dağılımı en bozuk 25 ülke arasında yer almaktadır. Kişi
başına düşen ulusal geliri 1993 yılınınkiyle (3004 dolardır bu miktar)
aynıdır. Yani Türkiye ekonomik açıdan 12 yıldan beri yerinde saymaktadır.
Kaldı ki iç ve dış borçları o yıllarınkiyle aynı kalmamış çığ gibi
artmıştır.
En büyük ve
en kârlı sanayi kuruluşları yerli-yabancı Parababalarına peşkeş
çekilmektedir.
Çalışma yaşındaki 50 milyon nüfusun ancak 20
milyonu iş bulup çalışabilmektedir. Yani yüzde
60’ı işsiz durumdadır. Çalışanlarına verilen asgari ücretse 250 dolardır.
İnsanlarımızın yarısı yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.
Siyaseti
bütünüyle ABD ve AB’nin ellerine geçmiştir.
Ordusunun başı NATO’yla bağlanmış, üstelik de o Ordu, başına çuval geçirilerek aşağılanmış,
onuru ayaklar altına alınmıştır insanlığın baş düşmanı, kanlı zalim ABD
tarafından.
Ne yazık ki Ordunun başındaki komutanlar, ABD alçağına hak ettiği
cevabın verilmesine cesaret edememişlerdir.
Yirminci
yüzyılın, emperyalizme karşı zafer kazanmış en büyük komutanlarından
Mustafa Kemal’in Başkomutanı olduğu bu Ordu, 53 yıllık NATO’culukla kerte
kerte özgüveni yitirtilerek bugün bu hallere düşürülmüştür.
Türkiye
1950’den beri bir de İmam Hatiplerle, tarikatlarla, Kur’an Kurslarıyla
içerden, ümmetçi, Ortaçağcı, ulusal değerlerden yoksun şeriatçı güçler
tarafından kuşatılmış, bir anlamda çökertilmiştir.
Tabiî bu bela da ABD ve onunla el ele veren yerli Finans-Kapital,
Tefeci-Bezirgân sermaye tarafından sarılmıştır Türkiye’nin başına. ABD ve
diğer Batılı emperyalistler, halkımızın sosyalizme geçişini engellemek ve
Türkiye’yi Ortaçağ karanlıklarına götürmek için yapmışlardır bunu. Ve şu
anda güya, yani görünüşte Türkiye’yi yöneten Hükümetin Başbakanı, siyasi
kariyerini, Birinci Kuvayimilliyenin önderi Mustafa Kemal’e, “Ölmüş inek”
diyerek ve benzeri aşağılık hakaretler yağdırarak yapmıştır. Tabiî aynı
zamanda Laikliğe de küfürler etmiştir Tayyip.
Bu
saldırıların yer aldığı kasetler televizyon ekranlarında yayımlanmış,
milyonlarca insanımız buna tanık olmuştur. Yine ne acıdır ki şu anki Genelkurmay
Başkanı Hilmi Özkök de, Tayyip’le ve hükümetiyle “şiir gibi anlaşıyoruz” diyerek Mustafa Kemal’e ve laikliğe
yapılan bu iğrenç saldırılardan hiç de rahatsız olmadığını ortaya
koymuştur.
Bu hükümet ümmetçi olduğu için ulusal değer taşımamaktadır. Bu yüzden
de iktidarda kalabilmek ve küplerini doldurabilmek için ABD ve AB’nin her
istediğini vermekten çekinmemektedir.
Kıbrıs, yarı yarıya ABD-AB ve Yunanistan’a verilmiş durumdadır. Böylece
Türkiye’nin güneyden kuşatılması tamamlanmak üzeredir. Sermaye partilerinin
başka bir yol tutması beklenmemelidir.
Ordu da, 50
yıl, NATO’ya dolayısıyla ABD ve AB’ye hizmetten dolayı özgüvenini yitirmiş,
bu yüzden bu satışa dur diyememektedir. Tabiî Ordunun tepesindeki NATO
tezgahından geçmiş generaller yitirmiştir özgüvenini… Ordu Gençliğimizse
sağlamdır. Onlar da bu durumdan son derece rahatsızdır.Bunu biliyoruz…
Tabiî Kıbrıs’la yetinmeyecektir emperyalistler… Ardından Ege’nin
alınması, Türkiye’nin denizlerle çevrili bir ülke olmaktan çıkarılması
gelecektir.
Ermenistan’ın
maddi tazminat ve toprak talebi gelecektir. Hep söylediğimiz gibi, Batılı
emperyalistlerin gönlünde yatan Sevr’dir.
Türkiye’yi AB’cilik ve benzeri alçakça planlarla yavaş yavaş, alıştıra alıştıra o noktaya
götürüyorlar…
Yalnız
Emperyalistler ve yerli satılmışlar güruhu bir şeyi unutuyorlar… Bu halk
bir gün elbet uyanacak ve Birinci Kuvayimilliye’de olduğu gibi onların
heveslerini kursaklarında bırakacaktır.
Halkımızın en bilinçli kesimi olan biz devrimciler, İşçi Sınıfımız,
köylülüğümüz, esnafımız, namuslu aydınlarımız ve bu halkın çocuklarından
oluşan, dolayısıyla da onun bir parçası olan Ordu Gençliğimizle omuz omuza vererek İkinci Kurtuluş
Savaşımızı da zafere ulaştıracağız. Bundan kuşkumuz olmasın. Emperyalistler hüsrana uğrayacaklar,
onlara uşaklık edecek kadar alçalmış dönek Ali Kemal’ler ihanetlerinin
hesabını vereceklerdir…
|