Devlet İdaresi ve Vatandaş Bir kurum olan Devlet, ciddiyet sahibi insanlarca kurulur ve yaşatılır. Kuruluşunda eşitlik, adalet, güvenli ve güzel bir yaşamı hedefleyerek kurulan Devlet, kuruluşundaki esasları kaybetmeye başlamasıyla birlikte işlevleri de kendiliğinden sorgulanmaya başlamaktadır. Bu durum diğer devletlerce de yakından izlenir. Devletteki bu işlev yitirme durumu vatandaştan devlete mi yoksa devletten vatandaşa doğru mu gelişir? Bu sorunun cevabı çok da kolay olmasa gerek. Ancak devletin, adalet başta olmak üzere eğitim sisteminde başlayabilecek çözülmesi, zaman içerisinde vatandaşta yer edinmekte ve bu durum dönüp dolaşıp siyasi irade de dâhil olmak üzere devletin her hücresinde kendisini gösterebilmekte ve giderek artan bir döngüye dönüşebilmektedir. Bir devletin en önemli işlevi vatandaşlarına güvenli bir ortamı sunmanın yanı sıra, başta hukuk alanında iyi bir adalet sistemi de sunmaktır. Devlet, kanunları, uygulamaları yoluyla hukuk alanının dışında ekonomik anlamda da vicdanlarda kabul gören bir gelir adaletini sağlamakla da görevlidir. Bir devletin işlevselliğini sürdürebilmesi için bunlar elzem. Vatandaşı temsil eden devlet yönetimi, uygulamalarıyla vatandaşını temsil ettiğini hissettirmelidir. Eğer “artık devlet beni temsil etmiyor/edemiyor” düşüncesi vatandaşın vicdanında hâsıl olmaya başlamışsa bu durumda idarenin halktan koparak, belli menfaat, çıkar gruplarının eline geçtiği yönünde kanaatler oluşmaya başlar ki bunun da siyaset bilimindeki adı elbette ki oligarşiden başka bir şey değildir. Oligarşik yönetim durumu, demokrasi ile idare edilen devletlerde olabilir mi veya nasıl anlaşılabilir? Her şeyden önce insan nasıl bir yönetim altında yönetildiğini görmüş olduğu muamelelerden hisseder, diyebiliriz. Adı krallık olsa da, insan kimsenin huzurunu kaçırmadan, kendisini huzur içinde ifade edebiliyorsa, adil bir gelir dağılımının olduğuna inanıyorsa, hukukuna güveniyorsa tıpkı İngiltere’de, Hollanda’da, İsveç’te olduğu gibi krallık da olsa devletin adı, o ülkede hukuk temelli bir demokrasi vardır denilebilir. Bir devletin yönetim sistemi Cumhuriyet’in yanında Demokrasi’yi barındırsa da; eğer vatandaşlara ait olması gereken devlet imkânları kullanılarak ithalatta, yatırımda, ücretlerde belli gruplar gözetiliyorsa ve bu durum gelenek haline gelmişse orada ne Cumhuriyetten ne de Demokrasiden söz etmek mümkün olamaz. Buradan yola çıkarak; Devletin adının yanına eklenen yönetim şeklini belirten sıfat soyut, gerçek yönetim şekli vatandaşın hissettiği ise somut, yaşanandır, diyebiliriz. Çıkar gruplarının ele geçirdiği devlet veya devletlerde, düzenlerinin devamlılığı önemlidir. Bu ise başta gelir adaletsizliği olmak üzere pek çok yardımcı unsurla desteklenerek sağlanır. Çıkar gruplarının elinde olan düzenin (oligarşik düzen) devamlılığının içinde, eğitim imkânlarının herkese eşit sunulmaması da vardır. Bu da, gelir adaletsizliği yoluyla iyi bir eğitim alınmasının önüne geçilerek, geleceğin ezilen kesimlerinin kendiliğinden meydana getirilmesinden başkaca bir şey değildir. Günümüzde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne başvuru hakkı Anayasalarında yer almış olan gelişmemiş ülkelerden yapılan müracaatlara AİHM bakmakta ve adalet dağıtmaya devam etmekte. AİHM’i tanıyan devletler, bu mahkemece haklı bulunan kişilere ceza ödemektedirler. Fakat ne yazık ki, ceza ödeyen devletlerin Anayasa yoluyla benimsediği çağdaş adalet anlayışını kendi sistemlerine uygulama taraftarı olmadıkları da görülmektedir. Kaldı ki bir devletin bağımsızlığıyla yakından ilgili adalet konusunda, bir başka devletin/devletler topluluğunun mahkemesinin bir başka devlete yönelik karar vermesi de tartışma konusudur. Avrupa ülkelerinde yaşayan halkların, çıkar gruplarına karşı gelerek, adil bir gelir dağılımını, insan haklarına saygıyı gerçekleştirmesi ve akabinde gelişmemiş ya da bir türlü gelişmesini tamamlayamamış ülkelere örnek olması binlerce yılını almış. Çıkar grupları, doğası gereği, çıkarlarını kaybetmemek için elinden gelen her yolu dener, her türlü argümanı, gerektiğinde zor kullanır. Bu deneme, zor kullanma hali bilinçlenen halk karşısında elbette ki sonsuza dek sürdürülemez, bir yerde tıkanır. Sonunda galip gelen, Avrupa’da olduğu üzere bilinçli halktan başkası değildir. (Günümüzde yaşanan ve dış müdahaleli olduğu görülen Arap Baharı hareketleri Batı halkının hak elde etme hareketleriyle bağdaşıp bağdaşmadığı tartışma konusudur.) Adaletin, ilmin dini, dili, ırkı olamaz. Kaçıncı yüzyıl yaşanırsa yaşansın, bir ülke, dolayısıyla ülke halkı adalet ve ilimde dünyaya örnek olamıyorsa, o halde bir yerlerden örnek almalı, incelemeli, uyarlamalı, uygulamalıdır. Uyarlamayı da ya devlet yapar ya da bilinçlenmiş olan halkın bizzat kendisi. Bir türlü gelişimini tamamlayamamış, gelişiyorsun denilerek yıllarca adeta uyutulan, maddi ve manevi yönden sömürülen, yoksul, yoksun bırakılan, adaleti yaşayamayan –bağımsızlığı da kuşkulu olan- ülke vatandaşlarının halen Avrupa halklarını örnek almaktan başkaca çaresi yok gibidir. Türk İslam âlimi, mutasavvıf, Tebrizli Şems (1185 - 1247) boşuna “Benim için adalet dolu dünya, merhamet dolu dünyadan daha büyüktür” dememiş. Orhan Kaya |
1999 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |