Antik Çağ Düşüncesinden Türkiye’ye ve Assubaylara Kısa Bir Bakış Medeni haklarda, adalet anlayışında, teknolojide, bağımsızlık olgusunda zaman zaman kendimizi Batı ile mukayese edip “onları en az elli-yüz yıl geriden takip etmekteyiz” gibi tespitler yapmaktayız. Evet, Batı’nın kaç (yüz-bin) yıl gerisindeyiz? Günümüzde adalet için kapısına dayandığımız, teknolojisini ithal ettiğimiz, bilimin ışığında aydınlanan, bağımsız ve dolayısıyla adalet duygusu yüksek Batı’ya göre Türkiye olarak neredeyiz? Bunu anlamak için pek çok veriyi kullanabiliriz. Bu yazıda kullanacağım verileri Antikçağdan seçtim. Aristoteles (M.Ö. 384-322) ve Platon (M.Ö. 427-347) Antikçağ felsefesinin sistem kuran iki filozofundan yola çıkarak, bakalım Antikçağın düşünce adamlarının düşündükleri ve bugünkü Türkiye’nin yaşadıkları nelermiş… Yazımıza kaynak olarak, aynı zamanda internet üzerinden kolay ulaşılabilir olan Arslan TOPAKKAYA’nın yapmış olduğu “ADALET KAVRAMI BAĞLAMINDA ARİSTOTELES - PLATON KARŞILAŞTIRMASI” başlıklı araştırmasını kullanacağım (*). Yazı içerinde Araştırmacının yorumları parantez içinde (Araştırmacının Eleştirisi/Yorumu) olarak, kendi yorumlarım ise sadece parantez içinde belirtilmiştir. Yorumlarımda geçen kelimelerden bazıları: Adalet, Arap Baharı, Assubay, Bağımsızlık, Bakanlar Kurulu’nun TSK Zammı, BOP, Din, TEMAD, Pes Grubu, 1982 Anayasası. *** *** Antikçağ felsefesinin sistem kurucuları Aristoteles ve Platon başta olmak üzere felsefecilerin devlet ve adalet üzerine olan diyaloglarına bir bakalım: Söz konusu araştırmanın başında “Adalet kavramı, insanlık tarihi boyunca üzerinde en fazla durulan, hakkında sayısız teoriler üretilen ve aynı zamanda ahlaksal ve politik anlamda insanlığın ulaşacağı ideal bir durumu gösteren ve tanımlanması en güç olan kavramların başında gelmektedir. Bu kavram aynı zamanda felsefe tarihinin önemli kavramlarındandır ve oldukça zengin bir tarihsel gelişim surecine sahiptir. Adalet kavramı uzun yıllar felsefenin konu alanı içinde mütalaa edilmiştir. 19. yüzyılda diğer sosyal bilimlerin felsefeden hızla kopmaya başlamasından sonra bu kavram da artık sadece felsefeyi ilgilendiren bir kavram olmaktan çıkmış, başta hukuk ve sosyoloji olmak üzere özellikle siyasal bilimlerin uğraş alanı içinde görülmeye başlanmıştır.” denilmektedir. Aristoteles bir takım yalın teoriler yerine kısa, keskin ve uygulanma imkânı fazla olan bir siyaset felsefesi geliştirmeye çalışmıştır. Platon ise adalet kavramına öğrencisinden çok daha fazla yer vermiş, hatta devlet felsefesini oluştururken onu temel bir kavram olarak ele almıştır. Adalet “erişilmesi ve gerçekleştirilmesi gereken bir ideal midir?“ yoksa “insanın ahlaki yönunun zorunlu bir gereği midir?” sorusu üzerinde oldukça durulan ve cavabı zor olan bir sorudur. Bu soruya 20 yüzyılın önemli filozoflarından Levinas’ın verdiği cevap oldukça manidardır. Levinas adalet kavramının daha ziyade insanın ahlaksal yönüyle ilgili olduğu düşüncesindedir. ADALET ÜZERİNE KISA DİYALOGLAR VE TANIMLAR: Kephalos, adalet: “başı dara düşüp bir kimseyi aldatmaktan ya da yalan söylemekten; bir Tanrı’ya kurban adağı ya da birin sana para borcu kalıp da obur dünyaya korku içinde yollanmaktan kurtarır insanı” Simonides’in adaleti “herkese borç olanın [hak ettiğinin] verilmesi”, Thrasymakhos’a göre adalet “güçlü olanın ya da hükûmetin isteklerine uygun davranmaktır” şeklinde tanımlanır. Thrasymakhos’in bu tanıma Sokrates, “uygun olanın” ne olduğuna dair hükûmet üyeleri arasında bir fikir birliği olamayacağı ve dolayısıyla hükûmet adına eylemde bulunduğunu iddia edenlerin gerçekte ne oranda bireysel olarak ne oranda da hükûmet adına hareket ettiklerini belirlemenin oldukça zor olduğu gerçeğinden hareketle itiraz eder. Böyle bir tanım ancak ideal bir devlette uygulanabilecek bir tanımdır, der. (Sokrates’in buradaki tespiti TSK’nın bazı sınıf ve kadrolarına Bakanlar Kurulunca 28.12.2011 tarihinde yapılan zammı nasıl da anlatmakta. Muhtemeldir ki bazı bakanlar bu zamma tepki göstermişlerdir.) Adalet ve Devletin Bağımsızlığı: Sokrates adil olanın adil olmayandan daha güçlü olup olmadığını sorar ve bu soruya Thrasymakhos, adil olanın daha güçlü olmayacağı şeklinde cevap verir. Sokrates ise gücüne dayanarak diğer ülkeleri kendi egemenliği altına alan ülkenin aslında haksız olduğu ve içten içe zamanla çözüleceği ve güçsüzleşeceği saptamasında bulunur. (Sanki bugünü, Arap Baharı ve BOP’u ve geleceği anlatıyor.) Sokrates bu saptamanın devamında iki devlet arasında bu yüzden açığa çıkan kavganın, kin ve nefretin bir benzerinin birbirlerine adil davranmayan aynı toplumun insanları arasında da görülebileceğini ve bu bağlamda insanların içlerindeki adalet duygusunun zayıflayacağını ve insanların tanrısız hale geleceklerini söyler. (İşte adalet duygusunun önemi. Adaleti din duygusuyla birleştirerek uygulamaya koyanları bekleyen sonuçlar.) Adalet ve Mutluluk: Sokrates bu tespitlerden sonra adil olanın mı olmayanın mı daha mutlu olacağını sorar ve bu soruya verdiği cevap Thrasymakhos’un görüşlerini olumsuzlar: bir biçimde adaletli davranmayı kendine rehber eden bir insanın aynı zamanda daha güzel bir yaşama sahip olacağını öne surer. Yani mutlu bir yaşamın kaynağı adil olmaktır. Haksızlık Yapılabileceğine İnanan insan Çıldırmıştır ve Adaletsizliği Ancak Antlaşma Çözer: Bu bağlamda Glaukon diyaloga dâhil olur ve Sokrates’in bu adalet tanımını yetersiz bularak onu eleştirir. Ona göre böyle bir adalet anlayışı insanlar tarafından bir yük olarak görülmekte ve olumsuzlanmaktadır. “Haksızlık yapmak iyi, fakat haksızlıktan zarar görmek kötüdür”. Bu durumu ortadan kaldırmak içinse o, insanlar arasında adaleti sağlayan bir “antlaşmanın zorunluluğu”ndan bahseder. Çünkü ancak boyle bir antlaşma insanları haksızlıktan kurtarabilir. Haksızlığa ve herhangi bir müdahaleye maruz kalmadan haksızlık yapabileceğine inanan kimse ona göre gerçekten çıldırmıştır. Adil olmadığı halde adilmiş gibi görünen ve bu görüntüyle insanları aldatanların olduğunu ve bu anlamda bu görüntünün getirdiği avantajlardan yararlanıldığı gerçeğini dile getiren Glaukon’a Sokrates’in cevabı “adaleti herhangi bir eylem ya da davranışın sonuçlarına göre değil, adaleti bizzat “adalet” olduğu için tercih etmek gerektiği şeklindedir”. (Gnkur.Bşk.lığının Assubaylara yönelik verdiği e-muhtıra, en kıdemli assubayın teğmenin altına doğru sürüklenen maaşı, OYAK kanununda yer almama, tek kişilik ceza sitemi vs.vs. sanki bir adaletmiş gibi sunulmakta, değil mi?) Devlet ve Adalet: Platon, kendisi tarafından ortaya atılan devlet modelinin mükemmel olduğu inancındadır ve bu devletin en onemli ozellikleri bilgelik, cesaret, ölçülülük ve adalettir. İlk üç kavram kendi devletinde tam olarak görüldüğunden dolayı şimdi eksik olan adalet kavramını da onlara eklemlemek gerekmektedir. Devlette bilgelik, devleti koruyanlara, Cesaret, savaşçılara, Ölçülülük ise onu idare eden hükûmete denk gelmektedir. Burada eksik kalan tek kavram adalet kavramının neye karşılık geldiği sorusudur. Bu sorunun zorluğu karşısında Sokrates arkadaşlarından yardım ister. Sokrates bu soruya kendisi cevap bulduğu inancındadır. Ona göre adalet bizzat devletin kuruluşunda açığa çıkmaktadır. Yani her bireyin kendi işini yapması ve her şeye karışmaması adalet olarak tanımlanmaktadır Platon buradan genel bir adalet tanımına ulaşır. O da “herkesin kendi üzerine düşeni yapması ve kendi payına sahip olmasıdır”. Platon bu tanımın olumsuz biçimini de adaletsizlik olarak görür. Adalet ve İnsan Ruhu: Devletin kuruluşunda adaleti bulduğuna inanan Platon, bu adalet kavramının insan ruhunda nasıl göründüğü konusuna geçer. Aynen devlette olduğu gibi insan ruhunda da bilgeliğe, cesarete ve akla denk gelen üç farklı alan soz konusudur. Bilgelik ve cesaret ruhun belirli bölümleridir; ölçülülük ve adalet ise bolümler arası ilişkileri düzenlemektedir. Bu bağlamda ruh icin “adalet”, bir erdem olarak bilgelik, cesaret ve aklın kendi üzerlerine düşenleri yapması olarak tasvir edilir. Ölçülülük cesaret aracılığıyla içgüdüleri hâkimiyeti altına almalı ve içgüdüler tarafından kontrol altına alınmamalıdır. Bu anlatılanlardan Platon’un çıkardığı sonuç hakkın adalet, haksızlığın ve haddi aşmanın ise adaletsizlik olduğudur. Adaletsiz Devlet ve İnsanlar: Adaletsizliği daha yakından analiz etmek için Platon adaletsiz devleti ve insanları ele alır. Ona göre adaletsizlik bireysel anlamda ruhun üç bölümüyle buna karşılık gelen devletin üç bölümü arasındaki yanlış ilişki sonucu açığa çıkmaktadır. Platon mükemmel devlet şekli yanında, hırs ve şerefin hakim olduğu korucuların yönettiği Timokrasi, Zenginlerin yönetici olduğu Oligarşi, herkesin istediğini yapabildiği Demokrasi ve son olarak kendi güdülerinin kontrolünde olan ve tek kişinin hakimiyetine dayanan Tiranlık olmak üzere, dört türlü kötü devlet şeklinden bahseder. Bu devlet şekilleri içinde adaletsizliğin en iyi temsilcisi tiranlıktır. Platon’a Göre Adalet Kavramının İki Yönü: Adalet kavramı Platon’da ilk etapta iki yönlüdür. Bunlardan ilki adaletin devlette yansıması, ikincisi adaletin tek tek bireylerde yansımasıdır. Devlet ya da toplum tek tek bireylerden oluşan bir kurumdur ve ona göre her iyi birey kendi içinde adil olmalı ve bunun için gayret sarfetmelidir. Adil bireylerden oluşan toplum ya da devlet de kendiliğinden iyi ve adil bir devlet olur. (Yani günümüzde yerini bulan ifadeyle “her toplum hak ettiği şekilde yönetilirin antikçağdan farklı bir yorumu.) Platon’a Göre Devletin Sınıfları ve Adaletin Hâkim Kılınması: Akıl nasıl ki insan ruhunda güdüleri ve arzuları kontrol altında tutan en üst bir özelliktir, bunun gibi devlette aklın rolünü üstlenen hâkimler sınıfı vardır ki, bunlar da filozoflardan başkaları değildir. Akla karşılık gelen filozoflar devletin en üstün sınıfını, Cesarete ve eylem gücüne karşılık gelen bekçiler ya da korucular ikinci katmanı, İçgüdü ve arzulara denk gelen çiftçiler ve esnaflar ise üçüncü katmanı, oluşturmaktadır. Bu sınıflardan herbiri kendine ait olanı yaptığı ve payına düşenden fazlasını istemediği an adaleti hâkim kılmış olur. Böyle bir devletin olmazsa olmaz bir kuralı da her vatandaşın toplumda üzerine düşeni yapması, başkalarının işine ve kimin idareci olup olamayacağı sorusuna karışmamasıdır, çünkü akla göre davranmak bunu gerektirmektedir. (Araştırmacının Eleştirisi: Platon’un devleti aşırı yüceleştirmesi ve bireyi onun içinde eritmiş olmasıdır. Diğer bir ifadeyle bireyler arası adaleti, devlet bazındaki adalete feda etmesidir. Platon, kendi dile getirdiği ideal sistemin takip edilmemesi durumunda devletin yok olacağını söyler. Platon’un adalet kavramının somut toplumsal yaşamdan hareketle elde edilmediğini, hakça davranmaya zorlayan bir yaklaşım olduğunu belirtmekte fayda vardır.) (Devletin adaletli davranacağına olan Türk insanındaki yüce inanış da devleti yüceleştirmiş, adeta kutsallaştırmıştır. Bu inanış Atatürk devrimleriyle Batı’da olmayan, örneğin kadınların seçme ve seçilme haklarına kavuşmasıyla adeta pekişmiş, Batı halklarının mücadeleyle aldığı pek çok hakkı, Atatürk, medenileşmenin bir gereği olarak halkına sunmuştur.) Aristoteles ve Adalet: “Yasalara uymamak, “onu kendi çıkarlarına göre kullanmak” ve dolayısıyla bu şekilde bir eşitsizlik yaratmak adaletsizlik, yasalara uygun davranmak ve eşitliği bozmamak ise adalettir.” (Özel yasalarla kimilerine çıkar sağlanarak, Türkiye’de yaşanan da tam bu değil mi?) Aristoteles’in adalet anlayışı iki temel bakış açısına sahiptir. Bunlarda biri niceliksel anlamda bireysel ya da özel (privat) eşitlik anlayışı, diğeri kamusal ve hukuksal eşitlik anlayışıdır. Aristoteles’e göre genel adalet (iustita universalis), meşru anlamda yasalara uygun ve politik düzene saygı gösteren bir adalet olmak durumundadır. Aynı zamanda paylaştırıcı adalette bütünün kendi parcalarıyla olan üstlük-altlık ilişkisine dikkat edilmek zorundadır. Bu açıdan bakıldığında her iki adalet türü de insanlar arasında eşitliğe dayanan eşitlikçi adaletle “eşitlik” bağlamında önemli bir farklılık göstermektedir. Bu tespite rağmen Aristoteles’te adalet kavramı her zaman bir bütün içerisinde, yani bir polis’teki (şehir devlet) geneli ilgilendiren ilişkileriyle söz konusu edilir. Çünkü ona göre “bütün” (şehir ya da toplum) gerçekliğin kendisidir ve polis de doğası gereği adaletin göründüğu en önemli yerdir. O halde bu bütünün parçaları da bu bütüne göre düzenlenmek durumundadır. Yani bu bütünün parçalarıı olan vatandaşlar bu bütünün genel amacına, yani genelin mutluluğuna katkıda bulunmak zorundadırlar. (Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir bütündür derken, bütünün mutluluğu ve refahı için adalet göz ardı edilememelidir. Ki bu durum 1982 Anayasası’nın 5’inci maddesinde yer almaktadır.) Aristoteles için polis toplumsal açıdan mutlak bağımsızlığı en güzel bir biçimde temsil etmektedir. Aynı zamanda polis en yüksek ilke olan herkesin mutluluğu ilkesine göre devlet düzeninde adaletin sağlanmasını da mümkün kılan biricik araçtır. Polis bu amacı yasalarla gercekleştirir. Genelin mutluluğunun bu şekilde sağlanıp sağlanamayacağı yasaların iyiliğine ya da kötülüğune bağlıdır. (Türkiye’de çıkarılan yasalar bu anlamda sorgulanmaktadır.) İyi tasarlanmamış bir yasa daha az etkili olurken, üzerinde derin düşünce ve ihtimamla hazırlanmış yasalar daha etkin ve geçerlidir. Bu açıdan yasanın amacının tespiti ve bu amaca nasıl ulaşılacağı oldukca onem kazanmaktadır. (Yasa/karar çıkartılırken, yasa/karar yoluyla etkilenebilecek insanlar dikkate alınmadığında, tıpkı TSK’ya yönelik 28.11.2011 tarihinde Bakanlar Kurulunca yapılan zamda olduğu gibi, tepkilerin çıkması gayet doğaldır.) (Araştırmacının Eleştirisi: Aristoteles ise Platon’un adaletin en yüksek “erdem” olduğuna dair görüşlerini aynen alır ve bu görüşü genel (politik) yasal doğruluk kavramına dönüştürür.) Aristoteles’in Yeni Adalet Kavramı Görecelidir: Bu yeni kavram ise göreceli adalettir (iustita particularis). Aslında bu kavram Aristoteles’in adalet kavramıyla polisin somut düzeni arasında kurmuş olduğu kurumsal çerçevenin doğal sonucu olarak ortaya çıkan bir kavramdır. Aristoteles en yüksek erdem olan adaletten hareketle polisin ya da devletin pozitif düzeni kavramına ulaşır. Buradan çıkan doğal sonuç ise, “adalet” kavramıyla “yasanın adaleti” kavramının anlam bakımından eşitlenmesidir. (1982 Anayasası’nın 10’uncu maddesi bu yönden değerlendirilmelidir.) Bu eşitlenme sayesinde Aristoteles doğal hukukla pozitif hukuk arasındaki çelişkiyi kaldırdığına inanır, çünkü ne doğal hukuk sadece yalın bir normdur ne de polisi kuran yasalar tamamen olağan bir şeydir. Aristoteles doğal hakları hem tanımlanabilen somut ilişkiler olarak, hem de bütün insan doğasını kuşatan ve şehir yaşamını da içeren bir normlar bütünü olarak anlar. Yani ona göre, doğal anlamda doğru ve iyi olan polisin yasaları sayesinde ideale yakın bir biçimde gerçekleşebilir. Fakat hukuk olarak tespit edilmiş bir yasalar bütününün “zamanla bizzat kendisinin hukuksuzluğa sebep olduğu ya da olma ihtimali”ni Aristoteles gözardı etmez ve bu olguyu normatif hukukun genelliğinden doğan olumsuz bir durum olarak kabul eder. Soyutluk ve genellik etik eşitlikte birbirleriyle paralellik arzederler. Her türlü hukuk normları Aristoteles’e göre somut hukuksal durumlar karşısında genelin özele davrandığı gibi davranır. Aristoteles Etik’te yasanın genelliğinin ve adil olmasının tek tek olaylar yardımıyla gösterilmesi gereğinden bahseder. Aristoteles adaletin bu yüksek formunu, kabul etme ve olumlama (epieikeia ) olarak nitelendirir. Fakat bu genellik hiçbir zaman kapsadığı tek tek olaylar için tamamen doğru olamaz. Bu açıdan bakıldığında genelliğe dayanan yasaların her zaman hatalı ve yanlış olma ihtimali söz konusudur. Bu, yasalarda görülen bir boşluk ve eksikliktir. Bu yüzden Aristoteles yasaları yorumlamaya dayanan bir metot geliştirmek gereğinden bahseder. Bu metot ise yasa koyucunun tarihselliğine, poliste geçerli olan ahlaki değerlere ve geleneğe dayanmalıdır. Aristoteles’in bu yaklaşımı, yani yasal boşlukları ve eksiklikleri geleneğe ve ahlaki değerlere bağlı bir yorumsal metotla giderme çabası bize cağdaş hukuk hermeneutiğini ve amaçsal yorumlama tekniğini hatırlatmaktadır. Eşit paylaşımı zedeleyen her turlu ihlal Aristoteles’e göre polisin düzenini tehlikeye atar. Buna karşın her yasa ihlalinin de eşit paylaşımı zedelediği iddiası doğru değildir. Bu bağlamda böyle partikuler bir adaletsizliğin ya da eşitsizliğin açığa çıkması durumunda bunun nasıl bir yaptırıma tabi olacağı sorusu kendiliğinden açığa çıkmaktadır. Bu soruya cevap verebilmek için Aristoteles’in eşitlik kavramından ne anladığı sorusu üzerinde kısaca durmak gerekmektedir. Şeylerin paylaşımının bireyin bütüne yaptığı katkıya indirgenmesi ve onunla sınırlandırılması ve bu bağlamda farklı statülerin görmezden gelinmesi toplumda yüksek statuye sahip olan insanlar tarafından bir eşitsizlik olarak, daha doğru bir ifadeyle adaletsiz bir eşitlik uygulaması olarak algılanabilir. (Türkiye’de bulunan yüksek statü sahipleri bu kapsamda yorumlanabilir.) Fakat haksızlığa dair bu tür tecrübeleri görmezden gelen eşitlik uygulamaları her zaman görülebilen bir durumdur. Bu tür bir uygulama başkasına adil ya da gayr-i adil davranma gücünü elinde bulunduranların da rahatca yapabilecekleri bir şeydir. (Türkiye’de, üstün statüye avantaj sağlanan kanunlarda yapıldığı gibi.) Bu açıdan bakıldığında doğal hukukun tek başına yeterli olmadığı mutlak surette toplumda adaleti ve eşitliği mümkün olduğunca gözetecek pozitif bir hukukun varlığı bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. (Yoksa bizde eksik olan tam da bu mu? Mesela bir önceki TEMAD yönetimince açılan OYAK Davası Türkiye’de çözülemedi ve AİHM’ne götürüldü.) Bu olmadığı takdirde adalet güçlü olanın inisiyatifine ve isteğine bırakılmış olur ki, bunun sonucunda adalet değil adaletsizlik ortaya çıkar. Araştırmacının Yorumu (Adaletsizlik ise haksızlıkla ilgilidir. Adalet ise orta yolu bulmaktır): Bütün bu anlatılanlardan sonra Aristoteles hak ve haksızlığın ne olduğunu betimlediğine inanır. Ona göre hukuksallık, aldatmak ve aldatılma arasında orta bir yoldur, yani ne aldatmak ne de aldatılmak hukukun kendisidir. Bu bağlamda adalet ise orta yolu bulmaktır. Boyle bir orta yol, diğer erdemlerde olduğu gibi aşırılık ve eksikliğin ortası anlamında alınmamalıdır. Buradaki orta yol, daha çok eşitlik anlamındaki orta yoldur. Adaletsizlik ise haksızlıkla ilgilidir. Burada eşitlikten ziyade zararlı olan ve birilerine haksız avantajlar sağlayan “eşitsiz bir ilişki” soz konusudur. Burada en önemli unsur bu eşitsiz durumu ve haksızlığı “isteme” durumu olup, aynı zamanda böyle bir durumda bireysel bir keyfilik de söz konusudur. Aristoteles için hukuk her şeyden önce toplumun ya da bir bütünün hukukudur. Bu ilke birlikte yaşamanın en temel belirleyicisidir. Özgür ve eşit insanların özgürlük ve eşitlik temeli de hukuka dayanır. Karşılıklı kabul ya da eşitlik olmadan toplumsal hukuktan bahsetmek oldukça zordur. Hukuk ancak bireyin yasalara dayanması sayesinde vardır, çünkü hukuk neyin hukuki neyin hukuk dışı olduğuna karar veren bir mevkide bulunmaktadır. Adaletin olmadığı yerde aynı zamanda hukukdışılık da söz konusudur. (Antikçağdan günümüze mesajlar) Bundan dolayı hukuksuzluğa düşmemek için birey herhangi bir eylemde bulunmadan önce o eylemin sonucunu iyi düşünmeli ve ona göre davranmalıdır. Öncesi duşünülmemiş bir eylemin doğurduğu zarar, o bireyin hukuksuz bir eylemde bulunduğunu gösterir. (Bu da, Astsubaylar Pes Dedi Grubu ve dolayısıyla TEMAD’a Antikçağdan bir mesaj.) Eşitliği ve dengeyi bozan böyle bir davranış onu yapan kişinin haksızlık yaptığını gösterir. Eylemin öncesini düşünüp, sonuçlarını öngören ve buna göre davranan birey ise, hukuka uygun davranmış ve böylece haksızlık yapmamış olur. Fakat bu davranış kesinlikle isteğe bağlı bir davranış olmalıdır. İstek dışı zorlamayla yapılan davranışlarda bu ölçüt kullanılamaz. Eğer hukuka uygun olmayan davranış bilgisizlikten ve cahillikten kaynaklanıyorsa, bu bir dereceye kadar mazur görülebilir. Fakat böyle bir durum söz konusu değilse yapılan hukuksuz davranışın karşılığı yapana verilmelidir. Araştırmacının Özeti: Aristoteles’in adalet anlayışıyla ilgili şimdiye kadar anlattıklarımızı özetleyecek olursak şunları söyleyebiliriz: Aristoteles adaleti evrensel (yasal olan, geleneğe ve ahlaka uygun) ve özel olmak (doğru ve eşit olan) üzere ikiye ayırır. Yasalara itaat anlamında adalet aynı zamanda bir erdemdir. Fakat Aristoteles bu iki tur adalet ayrımında ilgisini daha çok özel adalete yöneltir. Adil olan insan servet, para ve buna benzer iyi şeylerden sadece kendi payı kadarını alırken, adil olmayan insan bunlardan kendi payına düşenden daha fazlasını alan insandır. Özel Adalet, düzeltici (insanlar arasındaki eşitlikle ilgili) ve paylaştırıcı (insanlar arasındaki zenginliğin dağıtılması anlamında) olmak üzere ikiye ayrılır. Paylaştırıcı adalet belirli bir topluluğun olduğu bir yerde kendini gerçekleştirir. Bu adalet türünden beklenen dağıtılması gereken belirli bir şeyi iki kişi arasında bunların değerleri oranında ve hakettikleri kadarıyla paylaştırmaktır. Bu anlamda adalet iki ya da daha fazla kişiye kendi payına düşenden ne azını ne de daha fazlasını vermektir. Adaletin bu tanımı ve devletin buradaki rolü devlet felsefesi bakımından oldukça önemlidir, çünkü devlet günümüzde daha çok bu dağıtmayı bireylerden aldığı vergilerle yapmakta ve bunun doğal sonucu olarak da bir sürü kötüye kullanmalar meydana gelmektedir. Aristoteles, devleti –ki bu aynı zamanda eski Yunan devletinde görülen bir özelliktir- insanların kendisine hissedar oldukları ortak bir kurum olarak görür. (Aslında öyle değil mi?) Yani o, devleti bir sürü ortağı olan bir kuruluş gibi kabul edip, onun ettiği karlardan ortakların bu kuruluştaki işlevlerine göre dağıtılması gerektiğine inanır. Bu bakış açısı günümüz bakış acısından oldukca farklı ve ilginc bir durumdur. Düzeltici adaletin iradi eylemler (ticaret, hukuk) ve irade dışı ya da iradenin kötüye kullanıldığı eylemler (hile ve zorbalıkla mala sahip olma, hırsızlık, bireye ve mala karşı yapılan saldırı, vs.) olmak üzere iki alt dalı söz konusudur. İradi eylemlerle irade dışı eylem arasındaki fark ilkinde bireyin iradesiyle işin içinde olması, ikincisindeyse iradenin kötüye kullanılması söz konusudur. Bu şekilde (iradenin kötüye kullanılması) yapılan bir eylem adaletsiz ve dolayısıyla erdemsizdir. Bu aynı zamanda ortak sözleşmenin de ihlalidir. Böyle bir davranışı yapan bireylere karşı -haksız uygulamalar ve hırsızlıklar karşısında- yargıçlar devrededir. Fakat onların ilk amacı suçluyu cezalandırmaktan ziyade karşı tarafın zararının tazmin edilmesidir. Düzeltici adaletle paylaştırıcı adalet arasındaki diğer önemli bir fark da ilkinin aritmetik orantıya göre, ikincinin ise geometrik orantıya göre işlevsel olmasıdır. Yasa karşısında herkes eşittir ve yasa eylemin yasaya uygun olup olmadığı ile ilgilenir. (O da Anayasa olsa gerek.) Aristoteles üçüncü bir adalet türünden bahseder, o da özellikle ticari faaliyetlerde karşımıza çıkan değiş-tokuş adaletidir. Bu adalet türü özellikle devletin bekası için gereklidir, çünkü kurum olarak devletin varlığı da bu adalet türüne bağlıdır. Yani devlet ancak hizmetlerin karşılıklı değiş-tokuşuyla bir arada tutulur. İnsanlar devlete, devlet de insanlara bir şeyler verir ve aynı zamanda alırlar. Aristoteles insanlar arasındaki değiş-tokuşun değerler üzerinde olamayacağı, yani buğday veren bir insanın karşısındaki insanın sahip olduğu pamuğu almak istemeyeceğinden dolayı genel bir değiş-tokuş aracısına ihtiyaç duyulduğunu bunun da paradan başka bir şey olmadığını belirtir. Araştırmacı, Sonuç Olarak; Aristoteles ile Platon’un adalet anlayışlarını karşılaştıracak ve ortak yönlerini ele alacak olursak şunları söyleyebiliriz: Her iki filozofa göre de adalet en yüksek erdemdir. Aristoteles’te bu görüş genel (politik) yasal doğruluk kavramına dönüşür. Bu iki filozofun sisteminde etik ile politika arasında doğrudan bir bağ olduğundan adalet kavramı en yüksek erdem olarak hem etiğin hem de politikanın ortak bir kavramıdır. Diğer bir ortak yön her iki filozof için de hukuk adalet, hukuksuzluğun ise adaletsizlik olarak betimlenmesidir. Platon için ideal devlet, filozofların kral olduğu ve sıkı bir sınıfsal yapıya dayanan devletken, Aristoteles için ideal devlet, yasalara bağlı kalan aristokratlardan oluşan bir zümrenin idaresinde olan devlettir. (-ki bu aristokrat durum yasal temsilcisi olmayan sınıflara ilişkin çıkarılan yasalarda Türkiye’de görülmektedir-) Bu zümre oligarşiyle karıştırılmamalıdır, çünkü oligarşide bireysel çıkarlar ve güç hâkimdir. (?!) Filozoflarımız arasında diğer bir ortak yön de adaletin devletin temel unsurlarından birisi olmasıdır. Yani sağlıklı bir devlet şekliyle sağlıklı bir toplumun temel şartı adaletin ilgili devlet ya da toplumda tesis edilmesidir. Adalet kavramı bağlamında Platon ile Aristoteles arasında ortak noktalardan daha çok farklılıklar söz konusudur. İlk göze çarpan fark, Platon’un hareket noktası ideal (hatta bazılarına göre ütopik) bir devlet modeliyken, Aristoteles’in -genel felsefesine de uygun bir biçimde- reel bir devlet ya da toplumdan hareket etmesidir. Yani Platon şimdi ve hazır olanı tahlil etmek ve olanı incelemek yerine olması gerekeni, ideali ortaya koyarken, Aristoteles mevcut durumu ve şu anı adalet anlayışı bağlamında analiz etmeye çalışır. Bu açıdan bakıldığında Aristoteles’in adalet anlayışı ve bunun toplumda farklı yansımalarını ele alışı oldukça somut ve yol göstericidir. Mesela Platon’da iradi adalet ya da ticari adaletle ilgili bir tespit bulmak nerdeyse imkânsız iken, Aristoteles bu adalet biçimlerini tek tek ele alır, bunların mevcut yasalarla nasıl bir ilişkisi olduğunu saptamaya çalışır ve adaletin ekonomiyle olan ilgisini oldukça orijinal saptamalarla betimler. Bu anlamda detaylı ve somut bir adalet analizini Platon’da bulmak zordur. Platon devlette adalet ve bireyde adalet kavramından bahsederken açık bir bicimde devlette adalet anlayışını, diğer bir ifadeyle devleti yüceltirken Aristoteles’te böyle bir yüceltme söz konusu değildir ve o daha çok bireysel adalet kavramına önem verdiğini okuyucuya hissettirir. Platon adalet kavramını analizinde insan ruhunun sahip olduğu düzenle devlet düzeni arasında yapısal bir benzerlik olduğu düşüncesindedir. Aristoteles’te böyle bir eşleştirme söz konusu değildir. Aristoteles adaletle özgürlük arasında birebir ilişki kurarken, yani adaletin ancak özgür bir devlette mümkün olabileceğini söylerken (Her alanda dışa bağımlı bir ülkede adalet ne denli bağımsız olabilir?) Platon’da bu anlamda bir vurguya rastlanmaz. Aristoteles en adil olan ya da olması beklenen üç sınıftan (devlet adamı, yargıçlar, çiftçiler) bahsederken, Platon’da bu meziyet sadece filozof olan devlet adamlarına hasmış gibi gözükmektedir. Platon’da diğer sınıflar bu anlamda tartışma konusu yapılmaz, hatta çiftçiler işçiler ve zanaatkârlar gibi devletin alt sınıfını oluşturduklarından dolayı onlardan en yüksek adaleti beklemek anlamsız olur. Platon’un devleti birbiri arasında geçişlerin mümkün olmadığı sıkı bir sınıf devletidir. (Yani statüler arası geçiş akışkanlığı yoktur, özellikle de fakülte mezunu assubaylar için de büyük çoğunlukla geçerli bir durumdur. TSK, tabandan gelen fakülte mezunu assubaylar dururken, yıllarca subay kaynağını vatan hizmetini yapan yedek subaydan, son olarak da sözleşmeli kaynaktan almaya özen göstermektedir.) Platon’un devlet anlayışında adalet kavramının uygulama alanının darlığı ve zorluğu önemli bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda aslında onun adalet anlayışı bizzat kendi ideal devletinde adaletsizliği (eşitsizliğe sebep olduğundan ve bu eşitsizliği sabitleştirdiğinden) doğururken, Aristoteles bütün insanları ve sınıfları kuşatıcı bir adalet anlayışı geliştirmeye çalışır ve onun devlet felsefesi buna imkan tanır. Platon’da vatandaşlar devletin hiçbir uygulamasına karışma hakkına sahip değilken, Aristoteles’te (toplumun bütün sınıfları olmasa da) vatandaşların devleti sorgulama ve yönetime katılma hakları vardır. *** **** Bir bilim insanının Antikçağ’da gündeme gelen Adalet, Hukuk, Hak, Devlet, Bağımsızlık, Sınıflar arası ilişkiler, Adalet ve İnanç ilişkisi gibi halen günümüz Türkiye’sine ışık olabilecek araştırmasını paylaşmayı, günümüz koşullarına göre anlamlı buldum. Yazıyı uzun tutmamak için görüşlerimi parantez içinde (“Araştırmacının Eleştirisi”nden ayrı) belirttim. Son cümle olarak, hak arayışında olan insanlar; önlerine çıkabilecek engelleri ve sebeplerini ve niçin hak ramak gereğinde olduğu ve izleyecekleri yolun nasıl olması gerektiğini, medeni bir yaşam mücadelesinin yalnızca kendisinden ibaret olmadığının, toplumun diğer unsurlarının da bir değişime ihtiyacı olduğunun bu araştırmada yer aldığını düşünmekteyim... Orhan Kaya |
4313 kez okundu
YorumlarAdaletsiz adalet 13/05/2012 19:09 Adalet duygusunun zayıfladığı zamanlarda, toplum katmanları yeni bir adalet tesisi için arayışlara girer ve yeni bir yol bulmaya çalışırlar.
Günümüze uyarlayacak olursan Genkurun astsubaylar hakkındaki haksız uygulamaları, toplum içinde yeni bir arayışı gündeme getirmiştir. Bu kaçınılmazdır. Zaman süratli geçmesine rağmen kendini yenilemeyenlerin bunun karşısında durmaları mümkün değildir.
Asb. hareketinin yeni bir siyasi görüşü de beraberinde getireceğini umut ediyorum. Misafir - |