Soner Yalçın’ın Silivri Cezaevi'nde yazdığı yeni kitabı “Samizdat, Hakikatlere Dayanacak Gücünüz Var mı?” okurlarla buluştu. Yalçın, Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayına hazırlanan kitabın başlığını neden “Samizdat” koyduğunu şöyle açıklıyor:
Binbaşı Ersever’in İtirafları kitabımı daktiloda; Behçet Cantürk’ün Anıları’nı bilgisayarda yazmıştım. Samizdat’ı elimle kaleme aldım! Bu süreç bile, Türkiye yakın tarihi konusunda neler yaşandığını gözler önüne sermiyor mu?..
Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun Sızıntı adlı kitabı çıkınca, Silivri’de bir gece gelip Barış Pehlivan’ı yanımdan alıp başka koğuşa koydular! Kitap yazmanın cezasıydı bu. Samizdat yayımlanınca Silivri zindanında başıma ne gelecek hiç bilmiyorum. Bildiğim, cezaevi insanı hep test eder; ama insanın ruhundaki soyluluk düşmesini önler, insan haline gelmek için felaketlerle didik didik edilmek gerekir. “Kim acısının üstüne çıkarsa, o yükselecektir,” der Hyperion...
Gelelim kitabın adına, “Samizdat”a..Olağanüstü dönemlerde, baskıdan-sansürden kaçabilmek için kitaplar, tüm tehlikeler göze alınarak gizlice yazılıp, gizlice basılıp, gizlice dağıtılır. Ruslar bu tür kitaplara “Samizdat” adını koydu ve bu isim evrensel hale geldi.
Ayrıntılarını bugün yazamayacağım, elinizdeki “Samizdat” zor koşullarda “doğdu.”
Yalçın kitapta gözaltına alınıp tutuklandıktan sonra geçen ilk 29 günü anlatıyor ve bu 29 gün boyunca mahkemede, cezaevinde karşılaştığı Ergenekon, Balyoz, Kafes, Poyrazköy davalarının Oktay Yıldırım, Muzaffer Tekin, Levent Bektaş gibi ünlü simalarıyla karşılaşmalarını, sohbetlerini aktarıyor. İddianamedeki 'deli işi' ifadeleri, hukuk tarihine geçecek “sehven” uygulamaları okuyucuya sunuyor.
Yazılarının Hürriyet’te yayımlanmayacağını öğrendiğinde neler hissettiğini, tutukluyken hakkında yazan “yandaş gazeteciler”e verdiği yanıtları ve basın ahlakına sahip çıkanları da tarihe kaydediyor.
İŞTE KİTAPTAN BAZI BÖLÜMLER:
F TİPİ YERİNE EV TİPİ
Soner Yalçın, kitabında mahkemelerin Fethullah Gülen’den hiç bahsetmediklerini ifade ediyor. Fethullah Gülen’den bahsedildiğinde yapılan “hatalar”ın nedenini sorguluyor. Örneğin sanıklar F Tipi dediklerinde tutanaklara “ev tipi” diye yazılıyor (s.71). Aynı “özen” farklı bir biçimde tutuklular için de gösteriliyor. Onlarla ilgili de bir sürü “hata” yapılıyor. Soner Yalçın, Prof. Haberal’ın Hacapitli listesinin basına “Hoca tiplilerin listesi” diye sunulması buna örnek gösteriyor.
"Haberal, Rize’nin Hacapitli (Subaşı) köyünde doğmuştur. Köylülerine meraklı; bilgisayarında ‘bizim Hacapitli uşaklar nerededir, ne yapıyorlar’ diye bir dosya açmış; isimleri yazmış. İddianame diyor ki, Prof. Haberal, ‘hoca tiplileri’ fişledi! İşte belgeleri!.. Hacapitli olmuştu ‘hoca tipli’!” (s. 413)
NAZLI ILICAK'IN ERGENEKON TAVRININ SEBEBİ
Soner Yalçın, kitabında “Nazlı Ilıcak’ın Ergenekon Davası esnasında yaptıklarının nedeni oğlunun isminin de Ergenekon İddianamesi’nde geçmesi mi?” sorusunu soruyor.
"Tuncay Güney cemaat içinde itibarlı olunca, Samanyolu’nda bir ekiple hareket edip yönetimi almak istedi. Başaramadılar. Kovuldular. Bir süre işsiz kaldı sonra Akşam gazetesine geçti. Nazlı Ilıcak’ın oğlu Mehmet Ali Ilıcak’ın sahibi olduğu Akşam’da çalışmaya başladı.” (s. 63)
"… Nazlı Ilıcak, Ergenekon konusunda uzman görüş sayılıp, sürekli tartışma programlarına davet ediliyordu.
Güzel, diyecek sözümüz yok.
Ilıcak, televizyon ekranlarında ya da köşesinde Ergenekon iddianamesine adeta tapar gibi, iddiaları kesinmiş gibi söyledi, yazdı. Savcıların ki özellikle Zekeriya Öz’ün iddialarından yola çıkarak ve masumiyet karinesini unutarak, insanları yargıladı.
Ne zaman şüphe belirten sözler etse, ertesi gün 180 derece döndü, çark etti. Niye? Niye bu ani, kıvrak dönüşler? Tehdit mi ediliyordu? Şöyle... Ergenekon iddianamesine göz atalım; İddianamenin 160. sayfasında bakın hangi bilgiler vardı:
Medyanın ele geçirilmesi ve kontrolü ile ilgili (Akşam gazetesi çalışanı) Tuncay Güney beyanlarında; Akşam gazetesi sahibi Mehmet Ali Ilıcak’ın Veli Küçük’ün kontrolünde olduğunu, gazeteye geçtikten sonra Veli Paşa’yla oturup, gazetede kimlerin tasfiye edileceğini konuştuklarını ve bazı kişilerin tasfiye edilerek gazetenin kontrolünü ele aldıklarını, Aslan Bulut, Alev Çukurkavaklı gibi bazı gazetecilerden de ekip kurduklarını, gazetede çıkacak birçok haberde Veli Küçük’ün onayının alındığını. Şaşırdınız mı?
Gördünüz mü Nazlı Ilıcak’ın toz konduramadığı Ergenekon iddianamesinde oğlu Mehmet Ali Ilıcak’la ilgili neler yazıyordu? Neymiş; Mehmet Ali Ilıcak Veli Küçük’ün kontrolündeymiş!”
"Neymiş; Ilıcak’ın sahip olduğu gazetede çıkacak haberlerde Veli Küçük’ün onayı alınıyormuş! Ve tüm bunlar Ergenekon örgütünün medyayı ele geçirmesi ve kontrol etmesiyle ilgili yürütülen planın bir parçasıymış!
Yani Ergenekon’un medya ayağında Mehmet Ali Ilıcak’ın rolü varmış! Bunları biz yazmadık. Bu satırlar Zekeriya Öz’ün hazırladığı iddianamede yer alıyor...
“beynini” gösteren “Ergenekon Şeması”nda M. Ali Ilıcak’ın adı var.
Nazlı Ilıcak’ın ikinci eşi Emin Şirin Ergenekon sanığı.
Ergenekon’un tutuksuz sanığı Erol Mütercimler asıl Ergenekon’un içinde gazete patronu Kemal Ilıcak’ın olduğunu söyledi. Hiç şaşırtıcı değil, 1970’lerde Tercüman gazetesinin nasıl yayın yaptığı biliniyor...
ne demeli?
Nazlı Ilıcak’ın Ergenekon iddianamesine bu kadar tapması ve cansiperane savunması, kendini, oğlunu korumak için mi? Ergenekon operasyonlarına yönelik eleştiri getirince, önüne bu belge mi konuyor acaba?” (s. 492-493)
ERGENEKON SORUŞTURMASINI ABD’Lİ SAVCI MI YÖNETİYOR?
Yalçın Samizdat’ta Ergenekon soruşturmasını ABD’li savcı Susanne Hayden mı yönetiyor sorusunu soruyor. Yalçın, günümüzdeki yargı reformunu anlamak için Hayden’in kim olduğunu bilmenin önemli olduğunun altını çiziyor.
2005 yılında Türkiye ile ABD arasında OPDAT programı dahilinde terörle mücadeleye ilişkin yasaların çıkarılıp uygulanması konusunda işbirliği yapıldı.
Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı Yasası” ile “Yabancı Uzman Çalıştırma” kabul edildi. Birini tanıtayım:
Adı: Susanne Hayden.
2006 yılında Türkiye’ye sürekli “hukuk danışmanı” olarak geldi; Türkiye’den önce Rusya, Macaristan ve Sırbistan’da, yani Sorosçu renkli devrim projelerinin olduğu ülkelerde görev yaptı. Sırbistan’da 2006-2007 sürecinde “yargı reformu” adı altında bir günde tüm yargıç ve savcıların görevden alınıp renkli devrim taraftarı genç sivil toplumcu hukukçuların atanmasının akıl hocasıydı!
Susanne Hayden adı basında hep emniyetçiler, savcılarla yaptığı toplantılarla gündeme geldi. Milliyet gazetesinin haberine göre, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde bir dizi çalışma yaptı (2 Kasım 2007). Bu ilk toplantı değildi; 25-26 Ocak 2007’de İstanbul Hâkimevi’nde Almanya, Belçika, Hollanda ve İngiltere’den terörle mücadele alanında çalışan hukukçular ile CMK 250’nci maddeye bakan özel yetkili savcılar bir araya gelmişti. 12-14 Kasım 2008 tarihindeki Ankara’da yapılan toplantının konusu ise “Savcılar İçin Siber Bilinçlendirme Semineri” idi.
Susanne Hayden polis ve savcılarla o kadar samimi oldu ki, 27 Mayıs 2007’de Sait Halim Paşa Yalısı’ndaki düğünün şahidiydi. Bir diğer şahit de İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’tı!
Susanne Hayden kuşkusuz tek başına “yargı reformu”nun akıl hocalığını yapmadı. Örneğin bir başka hukukçu Larry Taman da, BM Kalkınma Programı çerçevesinde Türkiye’ye geldi. Arnavutluk, Afganistan, Bosna-Hersek gibi ülkelerin “yargı reform”larında görev almıştı”. (s. 116-117)
MEHMET EYMÜR'ÜN ERGENEKON SORUŞTURMASINDAKİ ROLÜ NE?
“Mehmet Eymür’e özel bir bölüm ayırmak gerekiyor aslında. Ergenekon’un “gizli tanığı” olmalıydı. Ya da öyle mi acaba?15 Gizli tanıklar arasındaki “Atsineği” Mehmet Eymür olabilir mi? (Gizli tanıkların hayli ilginç isimleri var: Dilovası, Tükenmez Kalem, Anadolu, Kıskaç, Sokak Lambası...)
Mehmet Eymür’ün Ergenekon soruşturmasına yardım ettiği resmi belgelere de geçti. Haziran 2008’de “Bilgi Alma Tutanağı” düzenlendi. “Ergenekon Örgütü” hakkında MİT’te bilgi yoktu, Mehmet Eymür’de vardı. Öyle ki, bazı belgelerde “parmak izi” vardı. Örneğin, bunlardan biri “Fabrikatör” belgesiydi. Bu sözde belge iddianameye Ergenekon örgütünün belgesi olarak girdi. Oysa bilinir ki, “Fabrikatör” kavramını Türk siyasi terminolojisine sokan kişi Mehmet Eymür’dü. Analiz ve Sentez kitaplarının bazı bölümleri “Fabrikatör” konusuna ayrılmıştı. Keza konu mahkemeye taşınmış; Eymür, İstanbul 8. Asliye Hukuk Mahkemesi kararıyla Doğu Perinçek ve Ferit İlsever’e 20 bin TL tazminat ödemişti. Ve sıkı durun, iddianamedeki “Fabrikatör belgesi” bu iki kitaptan derlenmişti”
SAVCI ZEKERİYA ÖZ’ÜN İFADE ALIŞ ESNASINDA “SULTAN VAHDETTİN” ÇIKIŞI…
“Kimi gazeteciyi tanık, kimisini ise sanık olarak sorguladınız, ilk Can Dündar’la görüştünüz, herhalde Ergenekon kitabından dolayı,” dedim.
Can Dündar’dan pek yararlanamadığını söyledi. Sözlerinden Can’a biraz kızgın olduğunu çıkardım. Milliyet’te Savcı Öz için “elinde tespih vardı,” diye yazmıştı; ondan olabilir mi?
Mustafa Balbay’dan da hiç hoşlanmadığını söylesem Savcı Öz’e haksızlık yapmam herhalde. Sık sık su içmem üzerine, sohbet bu konuya geldi. “Balbay ikinci kez geldiğinde çok güveniyordu kendine; belgeler çıkınca, çok terleyip ardı ardına su içmeye başladı.”
Bundan ne anlam çıkarmalıyım şimdi? Ben de çok su içiyordum. Bir şey söylemedim. Kalkıp bir bardak daha soğuk su doldurdum.
Sohbet bir ara Türkiye’deki resmi tarih anlayışına geldi; “Sultan Vahideddin’in, Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderdiğini yazamazsınız,” dedi pat diye.
Şaşırdım.
Hayır, şaşkınlığım bir cumhuriyet savcısının nasıl böyle bir cümle söyleyeceğine dair değildi. Cüretkârlığına şaşırdım.
Düşündüğünü söylüyordu işte, iyi bence. Bir yerde okumuştum Mustafa Kemal’den, “Beton Kemal” diye bahsettiğini. Mustafa Kemal’i farklı değerlendirdiğini tahmin ediyorum. Ama böylesine bayağı konuşmayı bir cumhuriyet savcısına yakıştıramayacağım için “sanmam” demek istiyorum”. (s. 127-128)
KONTÜRLERİ YOK KONUŞMAYA HELİKOPTERLE GİDİYORLAR İHALEYE
Yalçın iddianamelerdeki evlere şenlik kısımları da okuyucuyla paylaşıyor. Örneğin Fatma Cengiz ile İbrahim Şahin arasında geçen diyaloglar.
“…Ergenekon davasında İbrahim Şahin’in yerini anlayabilmek için bir kadından, Fatma Cengiz’den bahsetmek gerek.
Adı: Fatma Cengiz.
37 yaşındaydı. Kayseri’de yaşıyordu.
Kendisini “ilkokul mezunu” diye tanıtıyordu ama o bile şaibeliydi. Yani ilkokulu bile bitirmediği söyleniyordu.
MHP kökenli bir aileden geliyordu. “Asena” mahlasını kullanıyordu. Kendisini çok önemli biriymiş gibi tanıtıyordu çevresine. Annesi, kızı Fatma Cengiz’le ilgili şunları söyleyecekti:
“Hayal dünyasında yaşar ve kendisini tanımayanları da buna inandırırdı. Sık sık Kayseri Emniyet Müdürü’yle görüştüğünü bile söylerdi. Maceraperest biriydi ve çok yalan söylerdi.”
Annesinin bu sözleri, Fatma Cengiz’in İbrahim Şahin’le yaptığı binlerce, evet binlerce telefon görüşmesinde ve SMS trafiğinde daha bir anlam kazanacaktı.
Peki, Fatma Cengiz’in İbrahim Şahin’le yolu nasıl kesişti?
Fatma Cengiz, bir akrabasının telefonundan Şahin’in numarasını görüp aldı ve o günden itibaren İbrahim Şahin’le iletişime geçti. Kendini İbrahim Şahin’e Kayseri Hava İndirme Tugayı’nda çalışan bir sivil memur olarak tanıttı. Ama aslında bir çanta imalathanesinde çalışıyordu.
Günler geçtikçe Cengiz ve Şahin’in telefonda samimiyetleri arttı. Fatma Cengiz, İbrahim Şahin’e “devletin kuracağı yeni bir terörle mücadele kurumunun başına kendisinin getirileceğini” söyledi ve İbrahim Şahin’i inandırdı.
Hayal dünyasının doruklarını zorlayan telefon görüşmelerinden örnekler vermeliyim size. Bunları okurken İbrahim Şahin’in demans (bunama) hastası olduğunu göz önünde bulundurmak gerek. Ama… İkili arasındaki telefon görüşmelerini okuyunca anlıyorsunuz ki; helikopter alıyorlardı ama telefon kontörleri yoktu! Genelkurmay Başkanı’yla veya İçişleri Bakanı’yla doğrudan görüşebiliyor, Pentagon’u karıştırıyorlardı; yani, adeta dünyanın merkezindeydiler... Aralarındaki konuşmalarda İçişleri Bakanı Beşir Atalay’dan, Hilmi Özkök’e kadar herkes vardı, bir tek akıl ve mantık yoktu.
Uzatmayalım. İşte telefon görüşme trafiklerinden bazıları:
Tarih: 30 Haziran 2008.
Asena (Fatma Cengiz)-İbrahim Şahin arasındaki SMS trafiği:
Asena, eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’le birlikte olduğunu iddia ederek İbrahim Şahin’e mesaj atıyor. Asena, kendi telefonundan mesaj üzerinden “Dede” dediği Özkök ile Şahin’i görüştürüyor. Nasıl oluyor demeyin, telefon tapelerine göre böyle oluyor:
Asena: Birazdan Dede gelecek görüştüreyim sizi iyi mi... şimdi vali ve emniyet müdürü girdi içeri...dur geliyolar Dedenin dizinin dibine varıyım veririm tlf...bizim emniyet müdürü özel harekât kökenli biliyon mu.Yani ögrencin...abi viryom tlf.eline iyi mesaj yazarmış komutan...ali aydın paşa da ordu evinde biz kaçıyoruz 8-10 kişi...arabada yazayım diyor Dede.sıkıldım dedi hisarcık dogru cıkıyoruz.
Fatma Cengiz bu sözlerle kendi telefonunu Hilmi Özkök’e verdiğini söylüyor ve İbrahim Şahin yine mesajla yanıt veriyor:
İbrahim Şahin: Komutanım saygılar sunuyor ellerinizden öpüyor vatanım bayrağım onurumdur diyerek emirlerinizi bekliyorum.
Şimdi diyeceksiniz ki, koca Genelkurmay Başkanı neden başkasının telefonundan mesaj atsın. Eski Özel Harekât Daire Başkanı buna nasıl inanır? İddianameye göre böyle görüşmeler var. Bakın Orgeneral Hilmi Özkök “Asena”nın telefonundan İbrahim Şahin’e ne diyordu:
Hilmi Özkök: Merhaba Şahin Bey nasılsınız? Kitap yazıyor diyor bu çocuk kitabın konusu nedir?
İbrahim Şahin: ABD ve AB kıskacında Türkiye komutanım.
Hilmi Özkök: Bu kız başımıza bela oldu. Ağabeyim diyor başka bir kelime çıkmıyor ağzından (...) bu kızla çok uğraştık ama olmadı evladım. Bu kıza neden fırça attın (...) abim bana kızdı diye ağlıyor.
Düşünebiliyor musunuz, Orgeneral Hilmi Özkök ve İbrahim Şahin’in en büyük derdi Asena’nın gözyaşları! Peki telefondaki Hilmi Özkök kimdi? Fatma Cengiz, bazı garibanları kandırıp, onlara iş, rütbe vereceğini vaat edip bu oyuna katıyordu. Örneğin...
Fatma Cengiz, Orhan adında bir kişiyi arayıp ona yine akla hayale sığmayacak sözlerle General Doğan Yurt’muş gibi davranması direktifini vermişti. Orhan, İbrahim Şahin’i arayacak ve General Doğan Yurt rolü oynayacak.
Orhan, Asena’ya şöyle diyordu:
“Tamam da benim konturum yok ki. Bi konturum var.”
Asena kızıyordu:
“Ulan oğlum bedavan yok mu lan.” (s. 166-168)
Davalardaki akli dengesi bozuklar bu kadar da değil… Örneğin Aysel Sağlam.
“… Aysel Sağlam da, aslında GATA Hemşirelik Okulu’nda öğretmendi. Ruh sağlığı bozuk olduğu için işinden atılmıştı. Bu rapor mahkemeye de sunuldu, ama yine de tanık olarak dinlendi. Taraf’ın manşeti, “Tanığa Sus Baskısı”. (s.173)
“ … Aysel Sağlam’ın esas anlatmak istediklerinden birkaç örnek daha verelim: Kazanamadığı sınavları JİTEM kazandırtmamıştı. JİTEM ile 1973’te karşılaşmış, halk onlara “yumurtacı” diyormuş. JİTEM, bestelerinin duyulmasını engellemişti. Annesinin mezar taşını kırmıştı. Kendisini borçlandırmış; evini ve ana babasını kaybettirmişti, bunların hepsinin altında JİTEM vardı. İşinden atılması da JİTEM’in tezgâhıydı.
Mahkeme Başkanı: Buyurun.
Tarık Aysel Sağlam: Ama nereden nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Çünkü benim anlatacağım konularla başlı başına bir dava olması gerekir. Açılması gerekir yani. 2 Aralık 2010 tarihinde sayın mahkemede görülmüş olan duruşmada (tutuklu sanık) SESAR Başkanı İsmail Yıldız şifreli bir mesaj gönderdi. Bu ölüm mesajıydı ve bana gönderildi. Bu mesaj “35, 37 gün önce Fethullah Gülen ve Tuncay Güney öldü,” diyerekten. Bu şifreyi çözdüm. Bayramda annemin ve eşimin mezarları tahrip edilerek; ikisini topladığınız zaman 2 tarihi topladığınız zaman bazı sırları söylemeyeceğim, çünkü işine gelmeyenlerin kahkahalarına neden oluyor. Ve sayın mahkemeye bunları gizli olarak sunmak istiyorum. 2 rakamı topladığınız zaman 72 gün ediyor. 72 gün, ayın 2 Aralık’tan itibaren saydığınız zaman 12 Şubat tarihi ki annemin öldürüldüğü tarih. Benim de öldürüleceğimin mesajını verdiler bana. Birçok kişinin kimliklerinin değiştirildiğini sayın mahkemede vermiş olduğu bütün ifadelerini hemen internette aynı gün takip ettim. Ne gariptir ki birkaç gün sonra internetteki bu ifadeler birileri tarafından değiştirildi. Bu nedenle sayın mahkemeye sunacağım o gizli bazı hususların duruşma tutanağını tetkik ettikten sonra sunmam gerekiyor. Çünkü ilk ben daha çıktı almadan internetten de takip edildiğimi anladım. Çıktıyı almadan SESAR Başkanı İsmail Yıldız’ın açıklamaları değiştirildi. Ve bu kişi JİTEM’in mesajını iletti bana. Ben sana JİTEM’i anlatmak için geldim buraya”. (s. 170-171)
Bir başka örnekse İsmail Yıldız. Yalçın, Yıldız’ın duruşmalardaki ifadelerini ve cezaevinde nasıl zaman geçirdiğini ayrıntılarıyla aktarıyor:
“… Sayın Başkanım Fethullah Gülen benim öpöz ağabeyimdir, nüfus kütüklerine bakılabilir. Aydın Doğan da öpöz ağabeyimdir, nüfus kütüklerinde bakılabilir. Adı, İsmail Aydın Doğan’dır. İsmail Aydın Yıldız’dır, kütüklerden bakılabilir. İsmail Bedrettin Dalan da öpöz ağabeyimdir. Sayın Başkanım nüfus kütüklerinden sabittir, bunlarda herhangi bir sorun yok. Sayın Başkanım. Beni yurtdışında Ehmose İsmail Yıldız olarak bütün istihbarat servisleri bilir. Ehmose İsmail Yıldız’dır, bütün istihbarat servislerinin en üst listesindeyimdir ve beni ararlar hep, ben size dedim ki Sayın Başkanım ben ofisimden çıkarken 13 tane istihbarat servisinin takibiyle ofisime, evime gidebiliyorum ya da dolaşabiliyorum. Şimdi bu şartlar altında konuşacağım.”
İsmail Yıldız hâlâ Silivri’de tek kişi kaldığı koğuşunda eli kulağında günde 8 saat telefonla konuşuyor! 6 ay Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde 6 ay Silivri Cezaevi’nde kalıyor”. (s. 172-173)
VEBALIYIM BEN!
Soner Yalçın kitabın sonunda, kendisine yapılan vebalı muamelesinden de bahsediyor...
"Tamam, Hürriyet yazarı olduğumdan bahsetmeyin; tamam, haberlerde adımı bile geçirmeyin; tamam, beni yok sayın; tamam, haber bile vermeyen bir hoyratlıkla maaşımı kesin, işsiz bırakın, sahip çıkmayın, hepsi kabul. Ama işte, insan bir nezaket bekliyor. “Soner Yalçın bizi anlar” demelerini bekledim. Hayır yok, umursamıyorlar bile. Demek ki zamanla birlikte yaşayan bir ölü olmayı seçtiler; daha yüce bir yaşam uğruna zamanın dışına çıkmayı beceremiyorlar. Ne diyebilirim ki...
Ve fakat:
Tüm bu tavır, cemaatçi çevrenin beni “vebalı” göstermesine katkı sağlıyordu. Öyle ya, demek ki bir “mikropluk” vardı bende! Gazetesinin, yayınevinin sahip çıkmadığı biriyim ben.
Hitler ölüm kamplarının duvarına şu yazıyı astırmıştı: “‹nsanlara çamurmuş gibi davranın, gerçekten çamur olurlar.”
Hayır!..
İnsani niteliklerimi kaybetmediğimi göstermem, gerçekte nelerin olduğunu tüm çıplaklığıyla anlatmam lazımdı. Suskunluğa, unutuluşa mahkûm edilmeyi kabul edemezdim.
Tıpkı Stefan Zweig gibi; mektubuna rağmen yazmaya son vermedi; niye biliyor musunuz? “Kitap yazmamın nedeni biraz alışılmadık olmakla birlikte hayli etkili bir duyguydu: utanç.”
Başkaları için Silivri zindanında utanmaktan ben de usandım artık...
“Sükût altın” değil bu topraklarda. Düşünsel değerlere tutkulu insanlara değil, küstah cahillere değer veriliyor...
12 Mart tahliyelerinin gelmesi “dışarıda” olumlu bir havanın doğmasına sebep oldu. Bu demektir ki, okuyucular içinde zor duruma düşecek bir durum yoktu. Kitabı çıkarmalıydım...
VİCDAN NEDİR BİLİR MİSİNİZ?
Bugün, bahtsızlığın bizi bir araya getirdiği gazeteci Nedim Şener CNN TÜRK’teki Ayşenur Arslan’ın “Medya Mahallesi” programına konuktu. Öfkeliydi. Duygusaldı... Dikkat ettim, neredeyse her cümlesinde “vicdan” sözcüğünü geçirdi: “Vicdanı olanlara sesleniyorum...”, “vicdanlı olmalarını istiyoruz...”
Vicdan’ın ne olduğunu biliyor musunuz? Hiç düşündünüz mü? Rönesans İtalyası’nda en düşük ağırlık biriminin adıydı, vicdan! Nedim Şener’in ve tüm Silivri mahpuslarının istediği, çok şey değildi; “kalmışsa biraz vicdan...”
Elinizdeki kitap vicdanı olanlara yazıldı. 8.4.2012(VATAN)